Amaç sadece sürüş gibi görünse bile yine de bir hedef olmalı mı?
Sürüş için aslında hiçbir bahaneye gerek yok, fakat biri “Nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda mutlaka bir yer söylenir. Adı konmalı yoksa garip olur. Bir bahane buluruz daima ve bir hedef varmış gibi davranırız. Belirlediğimiz hedefe kendimiz bile öyle çok inanırız ki, sadece sürüş için yola çıktığımızı bile unutur birçoğumuz. Sanki İznik’e köfte yemeğe gitmek şartmış gibi; sanki burada hiçbir yerde yokmuş gibi. Sürekli o köfteyi oralarda yemek için gidenleri duyarsınız. Bal gibi bir bahane işte, muhteşem bir bahane hem de. Hele o kaymaklı tatlı, o sütlaç yok mu? Köfte ile midem komple dolmuş haldeyken bile o sütlaç masaya gelince oracıkta nasıl yedim ve bitirdim hala anlamış değilim. Üstelik o benim bile değildi, arkadaşlardan birinin sütlacı idi, kıyıdan tadımlık alayım derken her şey bir anda oldu.
İyi ki masada herkes tatlısını çabucak yemişti yoksa çalardım kesin birinin daha sütlacını… Ah ah, olsa da yesem şimdi, nasıl da canım çekti. Şimdi gerçekten o yemeği mi yemek istiyorum, yoksa sadece sürüş yapmak için mi bu lezzetli hayalleri kuruyorum? Evet, sürüş sonrası lezzetler bunlar. Bir Cumartesi günüydü, bulutlu ve karanlık bir Cumartesi. Hedef belirlemeden yola çıkmak istediğim günlerden biriydi. Feribot ile Eskihisar’dan Topçular’a geçtiğimde karşıdaki benzin istasyonunda tanıdık motorcularla karşılaştım. Yemeğe gidiyorlarmış, çok da acıkmıştım zaten, onlara eşlik ettim. Sürüş yapmak için hep bahane olan o malum ve meşhur köftelerden sonra kıvrımlı dar köy yollardan, İznik’ten Karamürsel’e kadar gezerek sürüş yaptık. Arkadaşlar, öyle yolları çok sevdiğimi bildikleri için, özellikle benim için o manzaralı köy yollarından geçmek istediler. Kalabalıktan uzak ve doğanın sessizliğinde yollarda olmak nefisti. Bir köy kıraathanesinin önündeki masalarından birinde çaylarımızı içtik, oradaki köpeklerle oynadım. Koyunlar gördüm ve köylülerle sohbet ettim. Olay budur benim için. Doğanın içinde kaybolmak, puzzle’daki son parçayı yerine yerleştirmek gibi. Ne oradaki çayın tadı unutulur, ne de köylü amcanın tebessümü. Kısmet olursa tekrar gittiğimde aynı amcayı görmek isterim. Bir selam ile nasıl da mutlu oluyor o insanlar. Onlar mutlu olunca benim gözlerim parlıyor.
Şimdi karda kışta kapanmıştır o köy yolları ve zordur oradaki hayat. Kış günü daha az sürüş yapar çoğumuz ve tek ağızdan söyler gibi “havalar ısınsa da sürüş yapsak” deriz. Sürüş yapsak! Hiç kimse şuraya gitsek, havalar ısınsa da buraya gitsek, hep sadece motora binip yol yapmak isteriz. Yola çıktığımızda “Nereye gidiyorsun?” sorusunu duyarız hemen. Soran kişi motorcu ise rahat rahat cevap verebiliriz, fakat motorcu değilse o zaman mutlaka ikinci soru veya bir sürü yorum peşinden gelir. Tekirdağ’a gidip geleceğim dedim geçenlerde (motorcu olmayan) bir arkadaşıma, hemen arkasından ikinci sorusu ve yorumları geldi. “Yorulmayacak mısın? Ne gerek var, neden gidiyorsun? Günübirlik değmez ki, gidilmez ki! ” Fakat bir motorcuya Tekirdağ’a gideceğimi söylediğimde sevinçle şu karşılığı verir: “ Harika, ben de gelirim.” Amaç sürüş yapmak olduğu için sadece adını koymak için bir yer belirlenir. Bir avcı gibiyiz aslında. Kuş ya da geyik peşinde ve hedefe kitlenmiş bir avcı gibi değil, yol avcısıyız. Tüfeği hedef tahtasına doğrulttuğumuzda kitleniriz ya hani “göz-gez-arpacık” şeklinde, elimize motorun anahtarını aldığımızda da bu “göz-motormarş” oluyor bizde. Tetiği çek, pardon marşa bas ve yola çık. Her hedefe rağmen neticede esas amaç hep sürüş yapmaktır. Mesela “Edirne’ye yaprak ciğer yemeğe gidiyorum.” deriz. “Şöyle bir Çanakkale’ye gidip Marmara turu yapıp döneyim.” Foça da günbatımını izlemek için bir geceliğine gidip gelinir mi? Gidilir tabii… Maraş dondurması yemek için Kahramanmaraş’a giden kişiler tanıyorum. Gurur duyuyorum böyle deli ruhlu dostlarımla. Amaç ve hedef birbirine karışmış, adeta düğüm olmuş durumda.
Sürüş amacımıza ulaşmak ve sadece onun adını koymak için bir varış noktası bulmaktır asıl mesele. Marşa basıp gezdiğimiz yollar aynı yollar bile olsa, her seferinde ayrı bir tadı olur. Mevsimine göre değişen şartlardan ve zorluklardan dolayı da farklı maceralar yaşarız. Hele ki sonbahar ve kış koşullarında yol yapıyorsak şartlar daha da zorlaşır. Hava ve mevsime uygun lastik kullanmak hepimizin bildiği gibi çok önemli, hem güvenliğimiz için hem de sürüş keyfi ve güzel bir yol tutuşu için. Motordan aldığımız keyif lastiğin durumu ile doğru orantılıdır. Mevsimlerden sonbahar ve özellikle kış söz konusu olunca lastik durum analizini iyi yapmak gerekir. “Bu kışı da atlatırım, seneye kadar idare eder.” benzeri düşünceler yerine hayatımız için lastik değişimini zamanında yapmak çok daha doğrudur. Aşınma, lastiklerin yol tutuşunu kaybetmesinin ana nedenidir.
Aşınmış bir lastiğin mümkün olduğunca çabuk değiştirilmesi gerekir, çünkü aşınma ile lastikteki oluklar kaybolur ve dişler de derinliğini kaybeder. Sonuç olarak lastiğin ıslak zeminde su devridaim kabiliyeti ortadan kalktığı için, sürüş sırasında kayma ihtimali ciddi şekilde artar. Ayrıca lastikler sıcaklık değişimlerinden dolayı da kalitesini zamanla kaybeder. Motosikleti her kullandığınızda lastik ısınır ve soğur. Tekrar eden bu sıcaklık değişimleri de lastiğin yol tutuşunu kaybetmesinde önemli bir rol oynar. Hiç kullanılmayan lastikler bile zamanla eskir ve sertleşir. Bazen bu eskime lastik yüzeyindeki çatlaklardan anlaşılabilir. Lastikler aşınmamış gibi görünse bile, bir yıldan daha fazla kullanılmamış ise değiştirilmesi önerilir. Ben de yeni cicilerimi motor bakımlarımı yaptırdığım servisime sipariş etmiştim, sabırsızlıkla beklerken hemen ertesi gün servisten telefon geldi, lastiklerin hazır olduğunu söylediler.
“Bu ne hız, bu ne sürat!” derken 4 gün daha bekleyeceğimi hatırladım. Ancak Cumartesi günü servise gidebilecektim ve o gün Salı idi. Mutlaka kendim götürmem, gitmem ve görmem lazım, huyum kurusun. Servis içinde zaman harcamayı çok seviyorum, çünkü orada bulunmayı ve çalışanları izlemeyi seviyorum. Usta ne yapıyor, motorum nasıl görünüyor, neyi iyi ve nesi eskimiş her şeyi yerinde görmek keyifli. Rahatsız etmemeye çalışırım, insanların işine karışan bir tip de olmak istemem doğrusu. Sessizce dururum kenarda, merakımı yenemezsem, yavaş yavaş yaklaşır ustanın nabzını yoklarım. Çünkü bazısı hoşlanmaz öyle ensesinde birinin nefesi varmış gibi çalışmaktan, benimkisi ise sadece merak.
Her an yeni şeyler öğrenmek için de çok iyi bir ortam. Ustanın bakış açısını ve fikirlerini daima öğrenirim, ayrıca her zaman soru da sorarım. Servisim bana bu özgürlüğü dolu dolu sağlıyor. Birçoğu buna müsaade etmez. Tuna Motor tüm beklentilerimi fazlasıyla karşılıyor. Hem düzenli, güvenilir, hızlı ve en önemlisi pek güler yüzlüler. Keyifle gidiyorum. Cumartesi gününü iple çektim, sabah erken saatte gitmeye planladım kendimi. Zaten evime yakın; Maltepe’de Tuna Motor Yamaha Bayii. Bakım ve lastik değişimi bittiğinde tabii ki hemen bir kısa yol yaparım diye plan da yaptım. Bir rodaj gezisi iyi fikirdi. İlk kilometrelerde ani hızlanma, ani frenleme ve ani yön değiştirmelerden kaçınarak gitmek şartıyla şöyle bir Tekirdağ’a uzanır dönerim diye düşündüm. Memleketim olduğu için sanırım göresim geldi. Bak bak, bahaneye bak! Durup dururken memleket hasreti ile tutuşuyorum sanki. Bu seferki bahanem rodajı hemen tamamlamaktı. Yeni lastiklerin üzerinde özel bir kimyasal olur ve bu mumlu madde lastiği aşırı kaygan yapar. O mumun çıkması için, yani kısaca rodaj için aslında 150 km hatta 100 km bile yeterlidir. Yola çıkmışken hızımı alamam diye Tekirdağ’a git gel minimum 400 km yol yapmak uygun olur dedim kendime. Neye göre uygun oluyorsa?
Rodaj için mi yoksa gezmek için mi yola çıkıyorum, belli değil. Doğruya doğru, bu sadece bir yola çıkma bahanesiydi, sanki 100 km’lik Şile git gel güzergahı yetmiyor. Cumartesi sabah planladığım gibi erkenden kalkıp servise hemen gidemedim. Haftanın yoğunluğunun ağırlığı üzerimdeydi sanki. Öğlene doğru ancak çıktım evden; neden sabah gitmedim diye merak etmişlerdi, çünkü normalde erkenden damlarım, bilirler. Hemen lastikler söküldü, yağ değişimi dahil oğluş check-up şeklinde bakıma girdi, sanki ameliyat masasına yatırılmış gibiydi. Zinciri sarkık boşta, lastikler sökük, sele çıkık ve öylece bitmesini bekliyordu. Onu öyle görmek garip geldi gözüme. Elini tutsam da teselli mi etseydim acaba? Son yağmurlu gezimden dolayı da hala fena çamur içindeydi. Eve gittiğimizde seni pırıl pırıl temizleyeceğim ve cila ile parlatacağım diye söz verdim kendisine.
Ona mı yoksa kendime mi moral verdim, kim bilir? Evden geç çıktığım için öğlen yemek saatine denk geldim, yani iş bitmeden molaya girmiş olduk. Ben de yemeğimi yedim ve sonra lastikler takıldı, test sürüşler ve son ayarlar tamamlanınca bekleyişin sonuna geldik ve muradımıza erdik. Yola hazırdık artık, ancak saat düşündüğümden çok geç oldu. Bu tamamen kendi kabahatimdi, biliyorum ve plan değişikliği yaptım hemen.
Anadolu yakasındayken bu kısa kış gününde rodaj gezimi bulunduğum noktadan, yani Maltepe’den eski Ankara yolundan devam ederek yapmaya karar verdim. Körfeze doğru gitmek bu durumda en mantıklısı olur diye düşündüm, fakat nereye kadar? Açık yol, hedefsiz. Hedefsiz yola çıkmak en büyük problemim, çünkü dönüşü organize etmiyorum. Dönüşü düşünmek istemediğim için, varış yerini de belirlemeyince yolun gittiği yere kadar giderim. Yolun gittiği yer neresi oluyor ki? Hepimiz biliriz, yol hiçbir zaman bitmez, yolun gittiği yere kadar gitmek diye bir şey de yoktur. Hedef koymayınca tek gidiş bileti almış gibi sürekli ileriye devam edersin. Bilerek yapmıyorum, kendiliğinden oluyor, biraz daha diye diye geçen yaz Çanakkale üzerinden gezerken Bodrum’dan çıktım. Artık arkadaşlarım sınırı bile bu şekilde geçeceğimi espri haline getirdi. Pasaportu artık hep yanıma almam gerekiyor, ne olur ne olmaz, yanımda bulunsun. Mutlaka sınır dışına çıkmalıyım diye büyük planlarım yok aslında, kendi toprağımdaki güzellikler bana fazlasıyla yetiyor.
Motosikletimin bakımından sonraki mini rodaj gezisi için bile heyecan hissediyorum. Tamamen hedefsiz yola çıktım, kendimce Hereke’ye kadar gidip dönerim dedim, zaten akşam olmak üzereydi. Günler kısa, fakat nasıl oldu anlamadım yavaş yavaş temkinli de gittiğim ve ara yollara da girdiğim halde çabucak Hereke’ye geldim. Motor mu hızlı ben mi bilmiyorum. Hereke’ye vardım, sahile indim biraz ve sonrasında yola devam ederek İzmit sahil yoluna vardım. Lastiklerin üzerindeki mum gittiğinde sürüş keyfinin nasıl olacağını çok merak ediyordum, o yüzden henüz dönemezdim. Lastik konforumu test ederken ve değerlendirirken sahil yolundan yumuşak yumuşak ilerleyip durdum. Bursa-Yalova tabelalarını görmeye başladım, sahilde biraz durdum denizi seyrettim ve tekrar devam ettim. Yol tutuşu kendini göstermeye başladı.
Lastik seçimim çok doğru olmuş, tam istediğim gibi ve beklediğim o farkı hissettim. Michelin Pilot III sürüş güvenliğimi ve konforumu arttırdı. Bunları düşünürken de aynı zamanda sürekli yola devam ediyordum ve sahil yolundan deniz havasını alarak Gölcük’ü de geçtim. İstanbul’dan epey uzaklaşmıştım, hava kararmaya başladı. Bu yolun dönüşü de var daha derken Karamürsel levhasını görünce abarttığımı kabul ettim. Dönüş zamanı çoktan gelmişti. Değirmendere’nin o harika sahiline indim. Deniz kenarında bu molanın zamanlaması çok iyi olmuştu, çünkü midemin açlık sinyalleri kulaklarıma kadar geliyordu ve etrafa bakınmadan da dönmek istemedim. Durgun bir hava vardı, deniz çarşaf gibi, güneş batmaya ay doğmaya başlamıştı. Demlenmek için çok hoş bir atmosfer vardı. Bir kafeye geçtim ve düşüncelere daldım. Buralardaki tepelere yakın minik bir köy evim olsaydı ya da ufak bir kütük evim. Kalırdım bu gece ve sabah tertemiz orman havasıyla zinde uyanırdım.
Kocaman ağaçların altında muhteşem bir köy kahvaltısı ve hemen dibimde akan bir nehir olsaydı, daha ne isterim ki? Şiddetli bir yağış olsaydı ve buralarda mahsur kalsaydım mesela. Oteller de var zaten, bulunur kalınacak bir yer. Kendime güldüm, kurduğum hayallerime bakıyorum da, mahsur kalmak ve eve gidememek gibi hayaller kurmak pek normal sayılmaz bence. Hiç tahmin etmeyeceğim ve beklemediğim olaylar daha yeni başlıyordu. Hava birden simsiyah oldu, o masum gökyüzünden birdenbire asi bir yağmur indi, gök inliyordu, şimşekler ve gök gürleme sesi konser verir gibi sahne aldı ve bitmek bilmedi. Bu durgun ve sakin akşamın ardından geceye çok hırçın bir sürprizle girmiş oldum. Ben daha dönüş yoluna çıkacaktım hani? Aynı anda hava sıcaklığı da iyice düştü.
Her şeye rağmen keyfim gayet iyiydi. Az önce hayal ettiğim düşünceler aklıma geldi, yoksa hepsi gerçekleşecek miydi? Acaba bu şiddetli yağış ve şimşekler birer işaret miydi? Eve dönmeye pek hevesli olmadığım için gayet memnundum halimden. Sanki yolda gelirken bir şey beni buralara çekti. Oturup kaldım, sanki daha önce hiç yağmurda sürüş yapmamış gibi oturmaya devam ettim, sanki bu gece burada bir yerde kalacağım kesinmiş gibi… Güne nasıl başladığım aklıma geldi otururken, erkenden kalkıp servise vakitlice gidemediğim için nasıl da hayatın akışı değişiverdi. Hep diyorum, hayat sürprizlerle dolu. Tesadüflere de inanmam, çünkü her şey birbirine bağlıdır. Tekirdağ planları yaparken Değirmendere’de mahsur kalacağım kimin aklına gelirdi? Bu şimşekler varken İstanbul’a dönüşüm tehlikeli olurdu. Bu kadar yol hem de böyle açık bir yolda yıldırımın sürekli çaktığı bir gecede kesinlikle gidilmez, şimşek çok tehlikelidir. Tekerlekler lastiktir ve bir şey olmaz deyip tehlikeyi küçümsememek gerek. Şimşek çarpmaz diye bir şey söz konusu değil, çünkü yıldırım, civarda en uç nokta neresi ise oraya düşer ve o nokta biz olabiliriz. Geçen sene ne yazık ki bu şekilde bir motorcu kardeşimiz can verdi. Mekanı cennet olsun. Bu arada havanın durumunu beklemek için bir sütlü kahve daha içerken bulunduğum kafeye bir tanıdık girdi. Beni görünce çok şaşırdı, ben de şaşırdım. Dünya çok ama çok küçükmüş.
Sohbet ettik, zaman geçtiyse de hava durumu pek değişmedi ve saat ilerlemişti. Ne yazık ki (!) eve dönemiyordum ve kalmaya karar verdim. Arkadaşım hayal ettiğim gibi bir yer tarif etti, oraya gittim. Güvenli bir yer olsun yeter dedim, bu durumdayken fazla beklentim olmaz. Oraya yaklaştıkça ağaçlık çoğalıyordu ve ıslak ormanın havada yarattığı farkı hissettim. Kocaman ağaçların ve kütük evlerin bulunduğu bir yere gelmiştim. Gözlerim kamaştı. Heyecanlandım, çünkü kafede kurduğum düşünceler tek tek gerçekleşiyordu sanki. Hemen aceleyle odama girdim, camı açtım, o buz gibi temiz havanın odama dolmasını istedim. Karanlıktan çevre çok iyi görünmüyordu, ağaçların yoğunluğunu biraz tahmin ettim. Işıklandırma vardı fakat gündüz gibi aydınlatmıyordu. Motoru park ettiğim yeri ve ışıklandırılan yakın çevreyi görüyordum.
Aile ortamı vardı ve güvende hissettim kendimi. Pufidik yorgan ve yastıklar vardı, hepsi benimdi attım kendimi üzerlerine. Fakat sonra garip bir ses dikkatimi çekti, sanki sürekli bir motor çalışıyordu. Jeneratör mü yoksa başka bir makinanın sesiydi mi bilemedim. Dinledim ama ne olduğunu çözemedim.
O gece muhteşem ötesi bir uyku uyudum, hayallerimdeki uyku diyebilirim. Sabah zinde ve cıvıl cıvıl kuş sesleriyle erkenden uyandım, rüyada sandım kendimi. O ses hala vardı, ne olduğunu sabah aydınlıkta gördüm. “Yok artık daha neler” dedim, çünkü gürültülü ve şiddetle akan bir nehrin tam yanındaymışım. O ses gürül gürül akan buz gibi bir suyun sesiymiş. Mest oldum, daha ne diyebilirim ki? Kafede otururken kurguladığım hikayenin tam içindeydim. Dışarda masalar vardı, köy kahvaltısı geldi, sanki bir sihirli lambaya dokunup dilek tutmuş gibiydim. Hayretler içinde kahvaltı servisini izledim. Garson da bilemez ki neden öyle hayret ettiğimi. Anlatsam inanmazdı ki zaten. Şimdi yazıyorum yaşadıklarımı ama mutlaka inanmayanlar olacaktır. Kahvaltıdan sonra midem tıka basa dolmuştu, ama o temiz hava zindelik ve enerji verdi, hemen yola çıktım. Dönüşler neden hep çok çabuk oluyor? Belki o yüzden dönüşleri sevmiyorum. İzmit, Dilovası, Gebze, Kurtköy derken İstanbul’a geldim de evimin yönüne giden çıkışa yaklaşınca yavaşladım, yavaşladım ama çıkmak için değil. Acaba biraz daha mı gitsem diye sordum kendime ve bilirim, bu soruyu sorduğum an olay bitmiştir. Çıkmadım çıkıştan, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden devam ederek karşıya geçtim. İstanbul’un incisi boğaza indim. Tarabya sahiline vardım, boğazın üzerine Karadeniz tarafına doğru, iki yakayı birleştirir gibi yoğun bir sis çökmüştü.
Adeta bir halı gibi serilmişti, boğazda geçit yoktu. Görüntü çok etkileyiciydi. Tabii ki o sis oradayken benim oraya gitmeme gibi bir durumum olamazdı. Sahilden Sarıyer üzerinden Garipçe’ye gittim. Deniz hırçınlaşmış ve sinirle kuduruyordu, gözü dönmüş biri gibi, sanki onu yok etmek isteyen sis ile mücadele ediyordu. Deniz ve yakın çevrede tüm yerler yoğun sisin içinde kaybolmuştu. Yüksek yerlerden geçen yolda güneş vardı. Garip bir sürüş oldu, çünkü sisli yollar çok kasvetli, soğuk ve ıslaktı. Görüş mesafesi de yoktu ama yol yüksekten devam ettiğinde güneş ve yaz günü gibi her yer neşeliydi. Garipçe’ye kadar gelmişken Rumeli Feneri’nin durumunu da görmeden edemedim. Sisi ortadan yarıyor gibi yoluma devam ettim. Rumeli Feneri’nin sahilindeki tekneler zar zor görünüyordu ve deniz tamamen kayıptı, hiç görüntü yoktu.
Sürekli fenerin uyarı sesi geliyordu kulağıma, çok hoşuma gitti, böyle gizemli atmosferlere bayılırım. İstanbul’un dışındaymışım gibi, çok uzaklarda ufak bir balıkçı kasabasındaymışım gibi hissettim. Hava soğuktu ve tatlı tatlı yorulmuştum artık, sis de ince yağış gibi üzerime yağıyordu. Artık eve dönme zamanım gelmişti.
Ne kadar ilginç bir rodaj gezisi oldu, hiç plan yapmadan sadece tesadüfler zinciriyle harika bir hafta sonu geçti. Yeni yola çıkma bahanelerim de çoktan hazır, hedeflerimin aklımda, liste yapabilirim. Bu sene mutlaka Kıyıköy ve memleketimi gezmek istiyorum tekrar, hudut kenarından, Saros Körfezi, Çanakkale ve Assos. Liste öyle kabarık ki hangi birini söyleyeceğimi bilmiyorum. Kapadokya, Artvin ya da Mersin gibi “bahanelerim” hazır. Hep benden konuşuyoruz , peki sizin bahaneleriniz ne olacak bu sene??
Yorumlar
Loading…