Yazar: Esra Kuşcu,Vedat Kürşün
Cem Özer, Motosiklete Binmek; Deniz üstündeyken yüzüne vuran rüzgar gibi bir şey..
Usta televizyoncu, tiyatro ve sinema oyuncusu Cem Özer; motorcu kimliğiyle Motoron’un konuğu oldu. Sanatçı şimdilerde, Ocak ayında vizyona giren Kadri’nin Götürdüğü Yere Git filminde hem yapımcı hem de oyuncu olarak izleyiciyle buluşuyor.
Cem Özer’le röportajımızı yapmak için öğleden sonra Bebek’teki U.S.T.A Yapım ofisine geldik. Bizi Cem beyin, kendisi gibi oyuncu olan kızı Cemre karşıladı. Tekne havasında dekore edilmiş, sevimli kış bahçesindeki yerimize yerleşirken, yavaş yavaş bize doğru yaklaşan 6 silindirin tatlı gümbürtüsüyle kafalarımızı bahçe girişine çevirdik. Parlak kromları ve iri gövdesiyle simsiyah bir Goldwing karşımızda duruyordu. Tabii ki üzerinde de Cem Özer. Eh bu kareler kaçmaz! Fotoğrafçımız Kaan, daha röportaj başlamadan iş başı yaptı… İnce belli bardakta çaylarımızı içerken bir yandan da sohbetimize başladık…
Esra Kuşcu: Cem bey, nasıl başladı bu motosiklet sevdası?
Cem Özer: Aslını söylemek gerekirse öyle çok küçük yaşlardan beri motosiklet sevdalısı olanlardan değilim. Hatta benim sevdam oldukça geç, 45 yaş civarında başladı. İlk motosikletimi satın aldığım güne kadar da hiç öyle adam akıllı motor kullanmamıştım.
E.K.: Peki nereden aklınıza geldi motosiklet satın almak?
C.Ö.: Aklıma getirildi diyelim. Tanrım Beni Baştan Yarat oyununu sahnelediğimiz dönemdi 2004 yılı. Yosi Mizrahi de vardı kadroda. Tek motosiklet kullanan o’ydu aramızda. Ve sürekli bana; “Abi hadi sana da motor alalım” deyip duruyordu. Ben de her seferinde “Aman ne yapayım ben motoru” diyordum ama bir yandan da istiyordum sanırım. Sonra zaten motoru almaya da beraber gittik. O gün, yani ilk motorum olan 650’lik Suzuki Burgman’ı aldığım gün, Nurgül arkamda Göztepe’den Bebek’e eve geldim. Motoru Korlas’tan almıştım. Eve gelince Koray’a telefon açtım ve “Koray bir şey itiraf edeyim mi sana ben ilk kez motora bindim” dedim. Koray da gülerek “Abi sen çıkınca arkandaki trafikten anladık zaten” dedi. İşte benim motosiklet kullanma maceram böylece başlamış oldu. He bu arada Nurgül de bilmiyordu benim ilk kez kullandığımı yoksa binmezdi ki arkama. (gülüyoruz)
Cem Özer’i bulmuşken bırakmadık. Rol gereği artçısı da olduk…
Vedat Kürşün: Şimdi bir Honda Goldwing kullanıyorsunuz…
C.Ö.: Evet şimdi bir Goldwing’im var. Bir hayli uzun süre kullandım Burgman’ı. Çok da seviyordum. Bir gün dedim ki ben artık maksi scooter kullanmak istemiyorum. Yeterince hevesimi aldım. Sonra dediler ki sana süper spor olmaz, chopper da olmaz en iyisi Goldwing. Burada yine Koray’ın rolü büyük. Alabiliyorsan bunu al dedi. Honda’ya gittik, Sina’yla konuştuk. Ve oradan yeni bir Goldwing aldık. O da ayrı bir hikâye aslında. İlk kez vitesli motor kullanacaktım. O gün akşam Cemal Reşit Rey’de bir kutlamaya katılacaktım. Yosi’yi aradım dedim ki:
“Goldwing kullanmak ister misin?” “Kullanırım tabii de nasıl olacak o?” diye sordu haliyle. Dedim ki: “Ben Goldwing satın aldım. Ama eve kadar kullanamam. Beraber gidip alalım sen kullan ben de öğrenirim bu arada” dedim. Şaşırdı tabii. “Abi olur mu öyle.. “ derken önde Yosi arkasında ben biz motoru aldık çıktık geldik Harbiye’ye. Kutlama organizasyonu bitti. Çıktık. Dedim ki Yosi’ye: “Cesaretin var mı? Arkamda oturur musun?” “Seni Beşiktaş’a ben bırakıyorum.” Biz Harbiye’den çıktık, sağa sola yalpala topla derken geldik Beşiktaş’a. Yosi’yi İskeleye bıraktım. Oradan tek başıma, debriyajdı, vitesti, aman devir saatiydi derken eve geldim. Maceralı bir başlangıçtı anlayacağınız.
Taksim trafiği, bir iki sahil yolu tecrübesi gayet güzeldi. Ama Bebek’e gelince iş değişti. Haydi bakalım Bebek yokuşunu nasıl çıkacağız!
E.K.: Şehir içinde Goldwing kullanmak zor oluyor mu?
C.Ö.: Her şeyden önce 1600 cc’lik 6 silindirli güçlü bir makine. Güçlü olduğu kadar da kıvrak ve konforlu. İlk bakışta iri ve geniş görünse de eski motorumla arasında aynadan aynaya sadece 12 cm fark var. E yollarda cambazlık yapmaya da gerek yok ama yoğun trafik olsa dahi şehir içi kullanımda hiç sıkıntı çekmedim.
V.K.: Tatlı su motorcusu musunuz yoksa yağmur çamur demeden biner misiniz?
C.Ö.: Yok valla o kadar özenli kullanmıyorum motorumu. Yani öyle aman ıslanmasın, aman çamurlanmasın gibi dert etmelerim yok. Mesela geçen yıl Müjdat Gezen Tiyatrosu’nda bir oyunumuz vardı. Bir ay boyunca haftanın yedi günü, hem de kışın bu yolu gidip gelmek zorunda kaldım. Hiç yağmur çamur dinlemedim. Köprünün o trafiğine otomobille gireceğime, binerim motoruma paşa paşa giderim! Motosikleti öncelikle bir araç olarak kullanıyorsam, her koşulda kullanmalıyım diye düşünüyorum. Benim motorum, atlayıp çıkmaya hazırdır her zaman. Zaten sürekli burada tentenin altında duruyor. Montum, eldivenim, kaskım v.s. her şeyim de burada.
E.K.: Otomobil sporuna olan ilginizi geçmiş yıllardan biliyoruz. Otomobili motosikletle kıyaslar mısınız?
C.Ö.: Evet otomobil benim için ayrı bir tutku olmuştur her zaman. Ne zaman ki otomobil sporuna merak sardım, bir sükûnet geldi bana. Çünkü baktım ki iyi otomobil kullanmak başka bir şey. Önemli olan hız yapmak değil. Bu, motosiklet için de geçerli. Asıl olan şey riske girmek. Önemli olan ne için riske girdiğin. Aldığın riskle kazanacağın şeyin birbirini dengelemesi gerekir. Amaçsızca riske giriyorsan zekâdan yoksunsun demektir. Eğer bir hayat kurtarmak için gidiyorsan o zaman sen de hayatını riske at. Bu yerinde bir davranış olur. Ama o hızı sadece 15 bilemedin 20 dakika kazanmak için yapıyorsan bu dangalaklık olur. Çünkü riske attığın şey kulağın değil kolun değil, hayatın! 15 dakika erken gitsen ne olacak? Zaten 260 km hızla ne kadar gidebilirsin? 20 dakika mı? 30 dakika mı? Valla insanda ne kol kalır ne boyun, bitersin! Onun için gerek yok. Gerek yok di mi Joe? Sen choppercisin bilirsin. (Tam bu sırada, tiyatro sanatçısı Uğur Uludağ yanımıza gelmişti.)
Uğur Uludağ: Evet abi gerek yok… (Bizimle de selamlaştıktan sonra yeniden Cem Özer’e döndü ve) Benim motoru da servisten çıkarsak artık iyi olur abi! (O an anladık ki yanımızda bir motosiklet tutkunu daha var. Uğur beyin de bir Suzuki Intruder’i varmış. Çayını alıp o da yanımıza oturdu. Biz de söyleşimize devam ettik)
E.K.: Uzun yol yapıyor musunuz? Şehir içi, şehir dışı, hafta sonları filan…
C. Ö.: Evet, hatta bir uzun yol maceramız oldu arkadaşın da içinde bulunduğu (Uğur Uludağ’ı işaret ederek). Güzel bir yaz günü… İstanbul’dan sabah yedi gemisine bindik. Bandırma oradan da Çeşme. Toplamda 12 saat sürdü. Akşam dokuzda Çeşme’deki evdeydik. Gerçi İzmir’de biraz güneşi görünce yayıldık ama. Şimdi gelelim yolculuğun özelliğine. Bandırma’da marşa bastık ve tepemizde bir bulut. Solumuz güneş, sağımız güneş arkamız önümüz her yer günlük güneşlik. Ama gelin görün ki; bizim üzerimizde bulut. Yolun yanındaki tarlaya damla düşmüyor. Bulut bize taktı. Asfaltın üzerinde biz nereye o oraya. Bir ara hava açar gibi oldu, tam bizi sevindirdi derken bir de baktık ki hain bulut tam karşımızda Sipil Dağı’nın üzerinde durmuş bekliyor. Duruyoruz duruyor. Biz gidiyoruz o gidiyor. Bir benzinciye girdik sonunda. Birer çay içelim bari dedik. Baktık ki güneş açıyor. “Hadi”dedik, koşarcasına benzinciden çıktık. Şarrrr…!
V.K.: Hadi canım! E hani yaz aylarıydı?
C.Ö.: Yağmurlu bir yaz günü. Aylardan Haziran. Sanırım çok şanslı bir günümüzdü (gülüyoruz). Öyle bir yağış vardı ki, yolda tıpkı bir sürat motoru gibi gidiyoruz. Asfaltın üzerinde su yarılıyor, yanımızdan geçen otobüs bize resmen dalga atıyor. Ben tedbirliydim yağmurluğum, botum filan tam takım. Ama yanımdaki beyefendi chopperci olduğu için (Uğur bey’i işaret ederek) normal bir kot mont, kot pantolon, postallar filan gayet tedbirsiz ve ıslak. Bari girelim de Susurluk’ta birer tost yiyelim dedik. Ama Uğur’un üzerindekileri kurutmamız lazım. Garson bizi kazan dairesine götürdü. Montları oraya astık. Komedi resmen. 2006 yazıydı, ıslaktı. Ama gerçekten çok eğlenceli ve unutulmayacak bir yolculuk oldu. Hep bu örneği veriyorum ben. Şimdi birileri bir şeyler yazıp getiriyor. Okuyorum bakıyorum. Diyorum ki; bak kardeşim entrika dediğimiz şey var. Hikâyede o eksik olmamalı. Yani şöyle ifade edersem çok daha iyi olacak. Taksim’den buraya gelmenin hikâyesi olmaz. Olsa olsa Taksim’den buraya gelememenin hikâyesi olabilir. Her hikâyede muhakkak bir kötü adam olmalı. Yoksa o hikâye çalışmaz. Mesela ben Çeşme’ye bin kere gittim ama hiçbirini anlatmıyorum hatta hatırlamıyorum bile. Şimdi oturmuş burada size bu gidişimi anlatıyorum. Çünkü burada kötü adam var. O da bulut. Bir engel çıkınca zorluklara rağmen bir şeyi başarmak insanın anılarında yer ediyor. Yani geriye dönüp baktığınız zaman “Aaa her şey nasıl da yolundaydı, ne güzel” diye hatırladığınız bir anı olmamıştır. Hep bir şeyler yolunda gitmemiştir… O zaman anlatacak bir şey var demektir. O zaman bu bir macera olur.
Virajlı yolları çok seviyorum.
E.K.: Film gibi olmuş gerçekten. Film demişken, motosiklet artık sinema filmlerinin ve dizilerin içine girdi. Bunu neye bağlıyorsunuz?
C.Ö.: E çok normal. Tüm dünyada insanlar trafik ve zaman sorunu yaşıyorlar, bunun için de akıllı çözümlerin peşindeler. Dolayısıyla motosiklet yalnızca hobi olmaktan çıktı ve hayatın içine girdi. Böylece beyaz perdede ya da tv dizilerinde de sık rastlar olduk. Sırası gelmişken söyleyeyim; 1976 yılında ilk filmim olan “24 Saat”i çektim. Daha 17 yaşındaydım ama işin esas ilginç olan kısmı film Türkiye’de çekilen ilk motosiklet konulu uzun metraj filmiydi. Esasında yönetmeni de benim ama kimse beni dinlemeyeceği için, sette ben babamın kulağına fısıldayarak çektim filmi. Fitaş sinemasında oynayacaktı. O zamanlar Fitaş Sineması Türk filmi oynatmazdı. Sahibini babam çok iyi tanıyordu ve bu bir ilk olacaktı. Ama biz sezonu kaçırınca arasına parça çekerek güzelim filmi birazcık seks filmi haline getirdik. Ve ancak o şekilde oynatabildik.
E.K.: Bize biraz konusundan bahseder misiniz?
C.Ö.: Üstüvanede çalışan bir motorcunun başından geçen bir hikaye. Motorcunun eline bir şekilde bir mektup geçiyor ve 24 saat içinde o mektubu yerine ulaştırması gerekiyor. Polis düşüyor peşine. Cinayete karışıyor, katiller, tecavüzler bir sürü olay oluyor. Fantastik kareler vardı filmde. Motorun havada uçma sahneleri, trenden motorla atlama sahneleri. Gerçekten çok uğraşmıştık.
V.K.: Eh o zaman sizin aklınızda hep bir motosiklet varmış demek ki…
C.Ö.: Evet varmış gerçekten. Hatta öyle böyle değil. Neler yapmadım ki. O zaman öyle plastik, pleksiglas gibi malzemeler yok. Gitmiştim bakırcılar çarşısında kalaylı parçalar yaptırmıştım. Fantastik bir karenajla bayağı bir Batman motoru gibi bir şey olmuştu. Üçlü egzozlar filan. Hatta şafttan çıkan sesin melodisinde dans eden motosiklet sahnesi bile vardı. Hem de Karamürsel yolunda 35 tane motosiklet. Yani bayağı bayağı uğraşmıştım. Çekimlerle buradan Dalaman’a kadar gitmiştik. Ne macera!
E.K.: Kimi oynattınız peki filmde?
C.Ö.: En önemli ayrıntı o aslında. Panter Mithat diye bir vardı İstanbul’da. O zamanın motorcuları çok iyi tanırlar. Dolmabahçe grubunun ağabeylerindendi. Hatta hiç unutmam; “Nasılsın Mithat abi?” deyince “Namlunun ağzındaki mermi gibiyim” diye cevap verirdi. Biz başlangıçta onu dublör olarak oynatacaktık. Sonra dedik ki o oynasın. Zaten ilk kez denenen bir film konusuydu. Diğer oyuncular da Canan Perver ve Deniz Akbulut’tu.
E.K.: Sizinle çok alakalı bir konu aslında. İstanbul’daki motorcu kimliği 70’li yıllarda film taşıyan kuryelerle başlamış, doğru mu?
C.Ö.: Evet. Tabii ki. Benzin deposunun üzerine taşırlardı o film bobinlerini. Dökenler saçanlar mı istersiniz. Gecikenler mi. bir salon dolusu izleyici filmin kalanını beklerdi. O zaman filmler her sinemaya bir kopya dağıtılmazdı ki. Mesela bir kopya Beyoğlu’nda olurdu bir kopya da Şişli’de. Filmler paylaşarak oynatılırdı. O yüzdendir ki Beyoğlu’nda seanslar; 12.00, 14.15, 16.30, 18.45; Şişli tarafındaki seanslar; 11.00, 13.00, 15.00, 17.00, 19.00 diye giderdi. O bobinler her seans arasında gider gelirdi. Bir salonda birinci bobin biter ikinci bobin gelir, o biten bobin hop diğer sinemaya giderdi. Babam sinema müdürü olduğu için oradan bilirim ben de. O kuryelerin kullandıkları motorlar da o zaman Zündap, Paff, Peugeot filandı. Ve gerçekten usta sürücülerdi o kuryeler. Panter Mithat da bunlardan biriydi işte.
Motosiklet üzerindeyken aklıma bir sürü hikâye geliyor
V.K.: Motorla uzun yol hayaliniz var mı? Böyle atlasam da gitsem dediğiniz olmuyor mu hiç?
C.Ö.: Bazen çok bunaldığımda içimden diyorum ki şöyle hava güzel olsa da atlasam motora. 200-300 km yol yapsam mesela Bursa’ya gitsem bir kebap yiyip geri gelsem. Hiç yapamadım ama. Biliyorum ki çok rahatlatıcı bir şey olacak. Tekne varken daha çok yapıyordum bunu. Seyahat fikrine gelince evet var aklımda öyle bir plan. En yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşünüyorum. Buradan çıkıp Hırvatistan’a gitmek istiyorum. Sahil boyu yol yapıp belki İtalya… Ben deniz kenarından ayrılamam.
V.K.: Peki denizcilikle motorculuğu kıyaslayın desem…
C.Ö.: Hız dediğimiz şey denizde daha yorucu. Rüzgâr ve oksijen insanı yoruyor. Deniz çok özgür bir dünya. Özgürlük diyince deniz her zaman önde gelir benim için. Motosikleti sevmem de aslında denizdeki o rüzgâr duygusunu bana hissettirmesi. Denizin üzerindeyken o insanın yüzünde hissettiği rüzgârı çok severim. Bana müthiş bir keyif verir. Buna benzer bir duyguyu başka bir şeyden almamıştım onun için de motosiklet beni büyüledi diyebilirim.
E.K.: Bir gün Nejat motosiklet kullanmak isterse?
C.Ö.: Ne olursa olsun oğlumun bir yarış motoruna binmesini istemem. Çünkü makinenin kendisi tahrik edici. Yarışmak için tasarlanmış, adı üzerinde. Arkada birini alsan hörgüçlü deve gibi görünüyor. Dolayısıyla Nejat gün gelir motosiklet kullanmak isterse bunu ona empoze etmek isterim. Eğer hız istiyorsa onu denizde yapmasına teşvik ederim.
V.K.: Motosiklet kullanmaya başladıktan sonra otomobil kullanımınız değişti mi?
C.Ö: Yoo… Değişmedi. Adaptasyon zorluğu çekmedim hiç. Motosiklet kullanmaya başladıktan sonra insanın algıları daha farklı çalışmaya başlıyor. Mesela o an otomobil kullanıyorsam ve arkamda bir motosiklet varsa ona yol veriyorum. Ya da ben motorluysam ve önümde giden adam (otomobil) bana yol veriyorsa; anlıyorum ki adamın motoru var. (gülüyoruz) Eskiden motorlara kimse yol vermezdi. Bu biraz değişti ama taksiler hala yol vermemekte diretiyorlar. Öyle ki arkadan selektör yapıyorum, korna çalıyorum, hiç adamın umurunda değil. Yani insanın biraz da mantığını çalıştırması gerekiyor. Benim geçebileceğim kadar bir yer ver yeter. Ama adam onu bile düşünemiyor. Bir de “Ne oldu ya!” diye el hareketi yapıyor. Bir de motorluları çekemeyen sürücüler var. Ben duruyorum o neden gidiyor diye. Bunu hala anlayabilmiş değilim. Tabii trafikte tek hata otomobil sürücülerinde değil. Bizim içimizde de kötü örnekler var. Bizler de o kuruların yanında yanan yaşlarız. Hakikatten de bazı kuryeler ölümcül bir görev yapıyormuş gibi canlarını tehlikeye atıyorlar. Sen kuryesin cankurtaran değilsin. Motorunun sana tanıdığı imkân kadar gitmelisin. Öyle hareketler yapıyorlar ki sağdan soldan oradan buradan, farkında değiller ki o kadar mesafede onca hareketi yapana kadar bekleseler trafikte, yine aynı zamanda aynı noktaya gelecekler.
V.K.: Sizce biz motosikleti bize keyif veriyor diye mi kullanıyoruz? Bir restorana giriyorsunuz. Diğer herkes oraya otomobille gelmiş ama siz elinizde kask, sırtınızda motorcu montu herkesten faklısınız ve tüm gözler üzerinizde… Biraz da bu sahnenin egomuzu okşamasından dolayı mı kullanıyoruz motosikletleri?
C.Ö.: Valla ben kaskımı bagajda bırakıyorum. Neden çünkü benim bagajım var. Yurtdışında insanlar motosikletini park ediyorlar kasklarını da gidona asıyorlar. Ne biri alır ne biri çalar. Ama bu bizde böyle değil ki. Sen bırak motorun üzerinde kaskını. Adamın biri alır hatta kafasına takar gider. İşine yaramasa bile. Motorcu biri gelip almaz asla. Bilir ki o kişinin ona ihtiyacı var. Bilir ki onu çalarsa o kişinin hayatıyla oynayacak. O yüzden biz mecbur kalıyoruz elimizde taşımaya. Ben” Vay Cem bey motorla mı geldiniz!” gibi tepkilerden utanıyorum “Yok, ben o değilim” filan demek istiyorum. Türkiye’de pek çok insan aracını sadece anahtarlığı için kullanıyor maalesef ki… Ne zaman ki bir adam arabasının anahtarlığını masanın üzerine koyuyorsa o adam o arabayı hava için kullanıyordur.
V.K.: Son olarak bir motorcu klasiği geliyor. Benzinciye girince ya da bir yerde durunca ilginç sorular geliyor mu?
C.Ö.: İlk soru tabi ki “Abi kaç yapıyor?” oluyor. Ben de “Sen kaç yapabiliyorsun?” diyorum. Sonraki soru “Kaç para?” buna cevabım da “Bilmiyorum hediye”. Üçüncüsü de “Ne kadar yakıyor?”. Bir de pizzacılar filan yanaşıp şey diyorlar. “Abi değişelim mi? Üstüne kaç para verirsiniz?” Hani espri yapmak güzel ama biraz daha yaratıcı olsalar fena olmaz. Her paket servisçiden aynı komikliği duymaktan gına geldi.
Yorumlar
Loading…