Menu
in

Armutlu İstikameti On Numara

Yazar: Pervin Ozulu

Hem yakın olup uzaklara gitmiş gibi olsun, hem sakin doğa yolları, hem deniz manzarası ve hem de kıvrımlı keyifli bir yol mu olsun diyorsunuz? O zaman Armutlu istikameti kesinlikle doğru seçim olacaktır.

Günübirlik kısa bir sürüşe yola çıkmıştım. Günlerden 6 Eylül 2017 idi, en sevdiğim mevsimlerden sonbahara az kalmıştı. O sabah hava soğuktu, çok karanlıktı, gökyüzünde katmer katmer merdiven gibi peş peşe sıralanan siyah tabakalar halinde bulutlar vardı, yeryüzüne öyle yakın görünüyorlardı ki, elimi uzatsam dokunabilecek gibiydim. Her an fırtına kopacak gibiydi hava. Böyle ürkütücü bir günde motor kullanmak çok farklı bir duygudur. Havadaki karanlık atmosfer insana hüzün de verebiliyor, insan biraz daha düşünceli oluyor ve sessizleşiyor. Belki de bir kapanış olduğu için o hüzün hissedilir, canlı ve sımsıcak yaz mevsimin kapanışıdır sonbahar. Yolculuk esnasında düşüncelerim yazın yaptığım bir sürüşe yoğunlaşmıştı. 

“Geçmişe giden yolculuklar tıpkı yeni yolculuklar gibi keyiflidir.”

Gözümde canlanan sürüş yazın ortasındaydı, pırıl pırıl güneşli bir gündü. Son zamanlarda zamansızlıktan pek uzun gezilerim olmuyor ne yazık ki, önemli olan yetinebilmektir, olduğu kadar derim hep. Motorumun ayrılmaz eşyası haline gelen kamping sandalyemi ve erzakımı artık hepmotora yüklüyor oldum, sürüş kısa bile olsa.Kafama göre bir istikamet üzerinden gidip yolculuk esnasında neresi hoşuma gidiyorsa motoru park edip yanında sandalyemi ve ufak masamı kurup doğanın kucağında mola veriyorum, termosumdan çayımı doldurup manzaranın ve ortamın tadını çıkarıyorum. “Hayat sana güzel” demeyin sakın, en sevmediğim ve gereksiz bulduğum sözlerden biridir. Buna öz ve kısa cevabım var: “Sen de yap!”Uzun cevabımı daha sonra bir köşe yazımda yazmayı düşünüyorum. “Sen de yap” dediğimde “…ama motorum yok ki…” de demeyin, çünkü bunun özü motosiklet ile bağlantılı bile değil. Kendi hayat koşullarına göre fırsatlarının farkında olmak ve bir şeyler yapmaktır, bakış açısı ile birebir ilgilidir.

Motorun yoksa, arabanla git, o da yoksa bisikletinle git, otobüsle git, o da yoksa sırt çantana termosunu koy öyle git, yeter ki iste. Gezilerimin bazısı sırf böyle mola yapmak içindir, tam bir keyif düşkünü oldum sanırım artık.  Bu kamping sandalye taşıma olayı bisiklet turlarıma da sıçradı, bisikletim enduro gibi oldu, heybesiz yola çıkmıyorum artık, koca kamp sandalyem, terliklerim ve erzakım, kitabım mutlaka yanımda olur. Neymiş? Göya bisiklet turu yapıyorum. Geçenlerde bisikletimle kamp kurmuştum yine, çadırlı madırlı bir konaklamalı değil, sadece bisikletimin yanında sandalyemi masamı kurmuştum. Sandeviçim ve kitabımla geçirdiğim bir keyif molasıydı, kahvaltı diyelim. Bu benim normalim, ama sanırım başkaları için pek alışılmış bir görüntü değil. Bisikletle kamp halimi gören çocuklar ve gençler merak edip yanıma gelmişti, motosiklet ile yoldayken sorulan sorulardan bisikletim için bile sorulmaya başladıklarında güldüm, hoşuma da gitti. Acaba o merak gezgin hallerimiz mi yaratıyor? İki teker ile bir gezgin görünce insanlar nereden geldiğimi ve kullandığım bisikletin ve motorun fiyatına kadar her şeyi merak ediyor. Bana göre sıra dışı bir şey yoktu, ancak gerçekten de sandalyesini bisikletle taşıyan pek kimseye rastlamadım henüz. Yoksa normal değil miyim? Peki kafalarına huni takmış bisikletçilere ne demeli? Bir motosiklet yolculuğumda huni’li kalabalık bir bisikletçi grupla karşılaştım, hepsinin kafasında birer huni vardı, “Yok artık” dedim onları görünce. Onlarla karşılaştığım akşam uzun bir motosiklet gezisinden İstanbul’a dönüyordum, gece yarısı mıydı tam hatırlamıyorum, ama epey geç olmuştu. Topçular vapuruyla karşıya Eskihisar’a geçecektim. İskelede yanaşmış bir vapur vardı,duruyordu, ama yaklaştıkça kalkmak üzeri olduğunu anladım.

Bütün arabalar binmişti, hiç bekleyen araç yoktu. Vapurun motoru harıl harıl çalışmaya başladı, yoksa kalkıyor muydu? Hem yetişmiştim hem aslında yetişememiştim, vapur rampası kalkmaya başladı yavaş yavaş, yukarıya doğru hareket ettiğini gördüm. “Tüh kaçırdım bu vapuru” derken ben hala hızlıca vapura doğru motoru sürmeye devam ettim. Bu kadar mı son saniyeye denk gelir insan? Rampası yerden havalandığını net görüyordum artık, ee.. n’olacak şimdi? Görevliler “gel gel” diye işaret etmeye başladı, onlar genelde motosikletçilere hep yardımcı oluyor, sağolsunlar, bugüne kadar hiç bir sıkıntı yaşamadım onlardan yana, teşekkürler. Hızlıca yetişmeye çalışan bir motosiklet görünce sanırım rampanın kalkışını durdurdular, fakat rampa yere tekrar geri ilk haline inmedi ve vapurun motoru hala gümbür gümbür yola çıkacak gaz ile çalışmaya devam ediyordu.Ne demek ki bu şimdi? Vapur gidiyor mu duruyor mu, rampa durdu mu gerçekten yoksa yükselmeye devam mı ediyor? Gecenin karanlığında hiç bi şeyden tam emin olamadım, ama şunu artık kabul etmem lazım, bir delilik bende kesin var, yoksa gaza yüklenip devam etmezdim. O heyecanı yakalamıştım bir kere ve gözümde gayet normal bir hamle gibiydi durum.Her şey saniyeler içinde oldu “Ya şimdi ya hiç” düşündüğümü hatırlıyorum. Eğer bir an için teredüt etseydim iş işten geçmiş olacaktı, gaza yüklendim ve hoooop son saniyede vapura bindim, meğer vapur hareket halindeymiş, binince anladım. Kalbim gümgür gümbür atmadı değil hani, deprem gibi hissettim yüreğimin içini hatta. Kan beynimden bütün damarlarımdan öyle hızlıca zıpkın gibi aktı ki, kulaklarımdan fışkıracaktı ve bir anda hiç bir şey olmamış gibi normale dönmüş günlük hayata devam eden biriydim tekrardan. Motoru park ettikten sonra, içeriye geçip bir çay içeyim bari dedim, sanki az önce tehlikeli anlar hiç yaşamamış gibiydim.Tabii ki böyle şeyler yapmamak lazım, çok riskli, hiç ama hiç doğru bir davranış değildi. Aklım başımdaydı tabii ki, gözüm yemeseydi o atraksiyonu yapmazdım.Bana şimdi sakın ha“Keyif aldın mı?” diye sormayın, sakın sormayın… çünkü çok keyif aldığımı gizlemek isterim. Hava iyice soğumuştu, o yüzden içeriye geçmek iyi bir fikirdi.Bir sürü bisikletçi vardı içeride, manzara karşısında şaşırdım. Sadece bir boş masa vardı, oraya oturdum, kaskımı masaya koydum. Onların hepsinin kafalarında birer huni vardı, ister istemez iki teker sevdalılar birbirini inceledi, ben hunili hallerini onlar da benim tek başıma gece yarısı motorcu halimi.İki teker tutkusuyla her yerde her an karşılaşmak mümkün, ama daha önce hunili kimseyi görmemiştim.Herkesin konuşma isteği zirvedeydi, neşeleri ve enerjileri müthişti, benim kaskı da incelemeye aldılar ve “Kaskı hunilerle takas edelim mi?” gibi espriler başlamıştı. Her bir hunili arkadaş çok neşeliydi ve hepsi iyi yürekli insanlar, sporcu ve doğa dostuydu. Kendini bilen ve neyi nerede nasıl konuşacağını bilen insanlar olduğu için sohbet güzel bir seviyedeydi. Genç evliler, yaşı büyük olan çiftler, ablalar, abiler ve gençlerle beraber karma bir gruptu, ona rağmen çok uyumluydular. Herhangi bir delilik belirtisi göremedim.

Huni’nin anlamı nedir diye sormadan edemedim tabii ki, “Kimse bizimle uğraşmasın diye sonunda hunileri taktık.” dediler. Hep uzun turlara çıkıyorlarmış, ne yazık ki bu yüzden toplum onlara “normal değilsiniz” muamelesi yapıyormuş. “Biz de o yüzden hunileri taktık, artık rahatız” dediler. Ancak benim de gece yarısı tek başıma motorla uzun yoldan geldiğim için beni de normal olmayanların grubuna dahil ettiler, “Bizim gibiler ve diğerleri olarak insanlar ikiye ayrılır” dedi birisi. Esas anlatacağım gezide de vapur yolculuğum oldu, ama gündüz. Yalnız olunca geceleri mola vermek gibi motordan inmek, durmak ve beklemeyi hiç sevmem. Ayrıca zaten gündüz seferleri çok daha renkli olur, çünkü motorun yanında vapurun kenarında rüzgar ve deniz kokusuyla yolculuğun ayrı güzel bir tadı oluyor, hele elinde bir de çay varsa iş tamamdır. Toçular’da indikten sonra Yalova istikametine devam ettim, Yalova’ya gelmeden önce polis çevirmeleri vardı, sık sık ehliyet kontrolleri yapılıyor. Yolun devamında Çiftlikköy sahil yolu tabelasını gördüğümde oradan çıktım “Şöyle sahil tarafından gideyim, bakalım yol nereye kadar gidecek” dedim. Yalova’ya çok yakındım, zaten burası Yalova’ya bağlıdır. Sapaktan çıktıktan sonra yol bozuldu,sahile kadar bütün yolda inşaat çalışması vardı, komple kazılmıştı ve çok kötü durumdaydı.Asfalt kesilmişti, parçalanmış inşaat alanı gibiydi, bu araç geçmez haliyle yol trafiğe açıktı. Bir araç geçtiğinde havalanan toz yüzünden nefes almak bile mümkün değildi ve görüş sis gibi kapanıyordu, tozlar dumanlar sis bulutu gibiydi ve ağaçları da kum rengine boyamıştı. Sahile indiğimde sürüş normale döndü, ama toz duman içindeydim. Yol deniz kenarında paralel devam etti,seyretmek ve fotoğraf çekmek için sürüşüm yavaşladı.Hava o gün çok sıcaktı, su içme ihtiyacı yaşadım sürekli, yanımda hep su bulundururum. Toz macerasından sonra zaten direkt deniz suların içinde gömülesim vardı.

Yürüyüş parkuru olan harika bir yoldaydım artık. İlerledikçe bir müzeye vardım, adı “Yürüyen köşk”. Şaka gibi bir isim, ama hikayeyi öğrenince hayran kaldım. Atatürk bir gün çiftliğe gittiğinde, köşkün hemen yanındaki Ulu Çınar ağacının dalları binanın duvarına dayandığı için dalları kesmeye çalışan bir bahçıvan ile karşılaşır. Atatürk, düşünülmesi bile imkânsız olan bir emir verir: “Ağaç kesilmeyecek, bine kaydırılacak.” 8 Ağustos 1930 tarihinde önce bina çevresindeki toprak büyük bir dikkatle kazılıp yapının temel seviyesine inilir. Santim, santim çalışılarak bina yapı altına sokulan raylar üzerine oturtulur ve bina raylar üzerinde kaydırılarak ağaçtan uzaklaştırılır. Köşkün adı da haklı olarak “Yürüyen Köşk” olmuştur. Devasal Çınar ağacı bugün hala dimdik yerinde duruyor. Etrafı gezindikten sonra yola devam ettim, deniz kenarından yol İdo Yalova Deniz Otobüsü İskelesinin tam dibine kadar devam etti.Kısacık da olsa insan bilmediği yoldan gidince garip bir keşif duygusu yaşıyor, bambaşka diyarlara gitmiş gibi oluveriyorsunuz. Sayısız defa Yalova’ya gittim ve geçtim, ancak hiç bu sahil kenarından Yalova merkezine kadar gitmemiştim. Hangi yol kıyı şeridinden gidiyorsa oraya sapmaya devam ettim, merkezi geçtikten sonra Yalova limanı ve tersaneye geldim, tamir için gemiler ve tekneler vardı. Bir sürü balıkçı kayıkları arasında motorum çok yakışıklı göründü gözüme nedense, çevrede tek tük insanlar gördüm. Devam ettiğimde ufak bir köprüden bir dereyi, Selimandıra Deresini geçtim ve tekrar deniz kenarına giden yola saptım. İleride bir toprak yol gördüm, ama oraya gitmek için bir giriş kapısından geçmem gerekliydi, nereye geldim ki böyle diye diye yine denize yaklaşıyordum, toprak yol denize doğru çıkmaza gidiyordu, yol bittiğinde bir aile plajı bulmuştum. Keşiflerin keşfini yapmış gibi keyif aldım yine, halbuki sadece daha önce gelmemiştim buraya o kadar. Motoru park ettim, pantolon paçalarını sıvayıp terliklerimi giydim, kumsala inip plaja geçtim. Akasya Plajı ve Yalova Plajı diye iki plaj varmış burada, denizi iyi değildi o gün, çok fazla yosun vardı. Plajda şezlong ve her şey mevcut, aile yeridir. Biraz görüp bakındıktan kısa süre sonra sürüşe devam etmek için motoruma koşar adım geri döndüm resmen, tekrar botları giyip demir atıma atlayıp ana yola çıktım ve Çınarcık – Armutlu tabelasını takip ettim. İşte tam buralarda en sevdiğim tarz yol başlıyor, inişli çıkışlı ve kıvrımlı yolda manzara eşliğinde sürüş yapmak keyifli, çok uzaklara gitmiş hissi veren bir tabiat güzelliği vardır buralarda. Taşlık bir sahil kenarı gördüğümde belki taş boyama çalışmalarıma uygun taş bulurum diye mola verdim. Tam da aradığım tarzda bir sürü vardı burada, taş toplamak bir bağımlılık olayına dönüşebiliyor hemen, bir iki tane toplayıp bırakamıyorsunuz, bir tane daha görünce bir sonrakini gözünüz arıyor. Evde olduğum zamanlarımda bu taşlara boya ve fırçamla can verme hayallerle topladım onları, çeşit çeşit kucağım dolmuştu. Sahiplendiğim taşlarımla motoruma gittim, yer sorunum olmaz, yeteri kadar çantada boş yerim mevcut olur, hepsini büyük bir zevkle bagajıma istifledim.

Bir keresinde yeni tanıştığım sohbet ettiğim bir köylü abla bana poşet poşet meyve, sebze ve otlar toplamıştı tarlasında, o da benim gibiydi, topladıkça topladı duramadı. Ben kaç defa “Dur ablam yeter o kadar” dediysem de duymuyormuş gibi yaptı hep. Sonra çok fazla topladığını fark etti “Kızım unuttum senin motorunu, nasıl götüreceksin bunların hepsini?”dedi. Yüzündeki üzüntüyü görünce ben o güzel yüreğe kıyamam ki “Hepsini sığdırırım ablam benim, sen yeter ki üzülme” dedim. Pazı yaprakları öyle büyüktü ki dışarıya sarktı, ancak o şekilde sığdırdım. Ormana dalıp her şeyi söküp çıkmış gibiydi motorun hali. Ablanın yüzü güldü tekrardan, “6 tane kızım var ve sen de benim bir kızımsın”dedi vedalaşırken, çok duygulanmıştım. Gezilere güzel bir duygu katar sohbetler, güzel insanlar var oldukça yeni yerler görmek ve gezmek çok daha anlamlı oluyor benim için. Yoluma devam ettiğimde yakıt almam gerekiyordu artık, ama benzin lazım değildi, kendi yakıtım bitmek üzereydi, aç kurt gibiydim. Gözüm artık manzara yerine nerede ne yesem diye aramaya başlamıştı. Sahil rüzgarlıydı o gün, deniz dalgalıydı, çok da hoşuma gitti, ama açlık iyice beni alıkoymuştu artık. Sıcak hava ve boş mide ile seraplar görmeye başlamadan bir şeyler yapmam lazımdı artık. Çınarcık’tan sonra Teşvikiye sapağından çıkıp biraz ormanlık bölgeye geçtim, açlığıma rağmen. Yol biraz bozuktu, ama idare eder, kenarda bir gölet görünce motorumla hemen oraya indim, motoru yine toprak alana sokmuştum. Sonra Teşvikiye Şehir Ormanına geldim, “Dipsiz Göller Mesire Yeri” diye girişi olan bir tabiat parkıdır, içeride her yer toprak yol ve yol üzerinde birikmiş sular vardı, özellikle suların içinden geçtim, en büyük eğlencemdir benim.   Bu orman gezintisinden sonra tekrar sahil şeridine geri döndüm,Şenköy’den sonra Esenköy’e vardım. Buranın adının hakkı var, gerçekten fena esiyordu. Yol denizin tam kenarındaydı, tekneler ve deniz yanı başımdaydı. Açlık alarm çalıyordu artık, Cumhur kebapçısının önünde motoruma müsait park yeri olduğu için orada yemeğimi yemeğe karar verdim. Önce motor, sonra burası acaba lezzetli midir ve temiz midir sorusu geliyor.Artık midenin isteklerine kulak asma vakti gelmişti. Doğru yere gelmiştim, beğendim burayı, servis hızlı, her şey temiz ve yemeği de lezzetliydi. Armutlu’ya vardığımda önce sağ tarafa döndüm ve limanı gezdim. Armutlu Yalova’nın bir ilçesi idi, şirin bir yerdir. Motoru güzel bir lacivert rengine boyanmış bir balıkçı teknenin yanına park ettim, yine fotoğraf çekmeliydim.

Ne zaman bıkacağım fotoğraf çekmekten ben bile merak ediyorum artık, ama tam tersi oluyor, gittikçe o tutku çoğalıyor. Limanda denizin dibi görünüyordu, nasıl berrak, nasıl pırıl pırıldı inanılmaz. Sonra geri dönüp merkezden diğer tarafa geçtim, yazlık evlerin önündeki sahil yoldan devam ettim, kumsal ve plajlar vardı artık sıra sıra. Nasıl güzel bir kum ve ne güzel bir deniz vardı burada, bunca dalga ve yosun gördükten sonra aynı gün bu kadar berrak ve havuz gibi deniz görmeyi ümit etmezdim. Burası çok sade, sessiz ve ailecek rahat edebilinenecek bir yer olduğu için mola vermeyi ve kamping sandalyemi kumsala koymaya karar verdim. Kalabalık yoktu, yazlıklardan gelen kişiler vardı. Motoru park ettim ve kuma sandalyemi koydum, hatta denizin içine. Bir abla yanıma geldi, evinde yaptığı poaçalardan getirdi ikram etti, ne şeker insanlar var, tanımıyorum etmiyorum ve her yeni güzelliğe hayran kalıyorum. Özellikle kalabalık gezmiyorsanız karşımıza çıkan insanların iyi niyetli olması çok önemli, tek olmak bazen acizlik işareti olabilir, ancak unutmamak gerek, tek gezen insanların cesareti kat kat çok daha fazladır ve neyi ne zaman yapar kestirilemez. Farklıdırlar ve gözü karadır. Sorunları kendi başımıza çözmeye alışık olduğumuz için cesaretimiz ve özgüvenimiz çok yüksektir. Sorun sorun bile değildir, sadece hal edilmesi gereken bir durumdur, korkulacak durumlarda daha da fazla cesaretli oluruz. Kimisi tek başına olunca güvenli yürüyüş imkanlarına gidip yürüyüş dahi yapamıyor, alışkanlık ve bakış açısı meselesidir bence. Bakış açımızımıza göre yaptığımız seçimler ve hayat akışı bizi biz yapar.  O günkü seçimime göre sadece motor sürmek ve temiz hava yaşamaktı. Yürüyen köşk ziyareti ve sonraki orman yollar vekum, deniz hayatın akışıydı. Kumda sandalye ve kitap okuma keyfimden sonra aynı yoldan evime geri döndüm. Gidiş ve dönüş 320 km civarındaydı, günübirlik bu mesafe rahatça gezip, oyalanmak ve dolanmak için uygundu. Eve vardığımda hala sanki yoldaymışım gibi, motoru park ettiğim halde hala oralardaymışım gibi hissettim. Armutlu’daki rüzgarı ve denizin sesini yanımda evime getirmiştim adeta, hatta sanki hala yolda bir yerlerdeymiş hissi vardı. Bir gezi bittiğinde eve geldiğinizde sizde de öyle oluyor mu? Sanki gezi daha bitmemiş gibi hissediyor musunuz?  

Cevap bırakın