Menu
in

Batı Karadeniz

Yazar: Burcu Akdemir

Akşam yanıma geldiğinde, elinde yan çantalarımı gördüm. O an
yakın çevrede günübirlik kampa gidiyoruz sanmıştım. Hazırlık yapıyor
bir yandan da şarkı söylüyordu. Ben de neşelendim onunla birlikte.
Sabahı zor ettim meraktan… Nereye gidecektik acaba?

Sabah her şeyi yükleyip bağladıktan sonra depoma dokunup –benimle konuşurken hep öyle yapar zaten- ‘’çok güzel bir geziye gidiyoruz birlikte, senin için belki daha da bir önemli çünkü büyük ağabeylerle aşık atacaksın yol boyu’’ dedi.

 

Bana ilk günden beri ‘’Delikanlım’’ der. 250 cc’lik olmamı gençlikte kabul edilen toyluğa, onu hiç yarı yolda bırakmayıp, her yola gitme hevesimi ise delikanlılığa benzetir. Ama şimdi bu büyük ağabeyler de kim olacaktı? Aşık atmak da ne demekti?

 

Ağabeylerle buluşma ve yola çıkış…

 

Otoban gişelerinde buluşulacaktı anlaşılan. Beklemeye başladık. İlk gelen, gri fırtına V Strom DL 1000 oldu. Sürücüsü ve yolcusu kontağı kapatıp selamlaşmak için inerken bana göz kırptı farıyla, içime su serpti böylece. Hemen ardından gelen daha da bir korkutmuştu gözümü o da; Kara Şövalye CBF1000.

 

Beni aralarına aldılar, güneşli bir otoban sürüşü ile ilk molayı Adapazarı’nda verdik. Ekibe Çanakkale’den gelen bayrak kırmızı V Strom DL 650 de katıldı. Bayrak’ın sürücüsünü hemen tanıdım. İlk günümüzden beri hep benim ve sürücümün yanında olmuştu. Şimdi de yol kaptanımız olacaktı. ‘’Hadi!’’ dediler, ‘Saat baya oldu, geç kaldık, yola çıkıp eğlenelim biraz’’. Bu lafı sevmiştim.

 

 

Yola çıkıp eğlenelim!

 

Büyük ağabeylerle aşık atmanın ne demek olduğu konusunda ilk dersimi Bolu çıkışında aldım. Benzinim bitmek üzereydi. Ben onlara ayak uydurmak için son hız giderken menzilim iyice kısalmıştı. Depoyu benzin pompasına aç kurt gibi dayadım, onlarsa pompaya bakmadılar bile.

 

Otobanda gitmeyi pek sevmiyoruz. Ben de sürücüm de. Biz etrafımızla ilgilenmeyi, bakınmayı salınmayı seviyoruz kısacası. Ama Sapanca’da gölün yanından geçerken, Maşukiye civarında yeşillikler içinde köy evleri hızla gerimizde kalırken, dağlar gökyüzüne dalgalı bir hat çizmiş gibi dururken keyfimiz yerindeydi. Ortalama120-130 km/s hızımız benim limitime göre ayarlanmıştı. Ama ne Bayrak ne Fırtına ne de Şövalye rahatsız görünmüyordu. Sevinmiştim. Gerede, Eskipazar yolu Karabük’e kadar gayet keyif verici bir şekilde geçiyor. Yol öyle rahat ve manzara öyle oyalayıcı ki yorulmaya fırsat olmuyor. Dağların arasında bazen serin bir rüzgâr bazen değişik bir otun kokusu, farkında bile olmadan şehre girmenize eşlik ediyor. Karabük’te kısa bir alışveriş molası veriyoruz. Hedefimiz Kastamonu, Pınarbaşı ilçesi, Ilıca Şelalesi. Kaba bir hesap yapıyoruz yaklaşık 70 km ve bir kez daha ‘’Hadi!’’ diyoruz, ‘’Gidelim!”.

 

 

Safranbolu’nun içinden yavaşça geçiyoruz. Akşamın yeni örtmeye başlayan karanlığında ışıklar içinde narin ama bir kız çocuğu gibi sevimli bir şehir. Sürücüm bana daha önce gelmiş olduğu bu küçük Anadolu kasabasını anlatıyor. Ben onun sırdaşıyım.

Yine depoma dokunuyor ‘’Hava karardı, yorgunsun biliyorum ben de yorgunum ama az kaldı…’’ diyor ve biraz da üşüyor. Ben yorgun değilim hal bu ki. Motorumdan yükselen tüm ısıyı ona doğru üflüyorum, ısınıyor. Aşık atma deneyimi yaşayan tek ben değilim anlaşılan. Ona söylemiyorum ama 70 km’yi geçeli çok oldu.

 

Park Ilıca adında bir tesisin yemyeşil çimenleri üstünde duruyoruz. Hemen karşılamaya geliyorlar. Yemek hazırmış ve odun sobası yanıyormuş. İçerden neşeli seslerini duyuyorum. Mezelerin nefisliğinden, yumurtalı fasulye kavurmasının ne değişik olduğundan, yoğurtlu yeşil domatesin tadından ve özellikle Ispıt Otu’yla* yapılan yemekten bahsediyorlar. Baca odun kokusunu savuruyor. Yoldan bahsediyorlar, gülüyorlar, 70+ koyuyorlar gezinin adını. Demek fark etmişler.

 

Alışık olmadığım manzara büyülerken, yol dedikleri şeyi algılamaya çalışıyorum. Bu, yol değil ki; çukur, çamur, taş, toprak, mıcır, yarık, göçük, ot ve yaprak karışımı bir şey.

 

Çevrede görülecek ve gezilecek çok yer var hemen yanımızdaki Ilıca Şelalesi, 800 metre derinliği ile dünya ölçülerinde hayranlık uyandıran Valla Kanyonu, yaylalar, yayla köyleri, mağaralar…

 

Kokurdak Yaylası’na doğru yola çıkıyoruz. Sis kalkar kalkmaz sıcak etkisini gösteriyor. Küre Dağları’nın ihtişamı ve sonbaharın çapkın renkleri şaşırtıyor beni. ‘’Biliyorum’’ diyor sürücüm, ’”Sen alışık değilsin bu yollara bu manzaralara…’’

 

Az sonra anlıyorum, neden böyle söylediğini. Alışık olmadığım manzara büyülerken, yol dedikleri şeyi algılamaya çalışıyorum. Bu, yol değil ki; çukur, çamur, taş, toprak, mıcır, yarık, göçük, ot ve yaprak karışımı bir şey. Üstelik yokuş ve viraj. Tekerlerimle zar zor tutunuyorum yola. Çamur ve balçıklarda kayıyorum. İlk defa gördüğüm değişik bir iz var yolda. Bayrağa (kırmızı V-Strom DL 650) ne olduğunu soruyorum. Büyükbaş bir hayvana ait ayak iziymiş. Fırtına (gri V-Strom DL 1000) gülüyor halime. ‘’Umduğumdan iyisin!’’ diyor ardından.

 

Toz toprak içindeyiz. Fırtına ve Bayrak bunu hiç dert etmiyorlar. Kara Şövalye de (siyah CBF1000) benim gibi bu ortama pek alışık değil, arkamdan sesleniyor. ‘’Tozunu yutmamak için geriden geliyorum merak etme!’’ Yapraktan çok elması olan bir ağacın altında duruyor Bayrak. Kerte Köyü’ndeyiz. Daha ne olduğunu anlamadan Fırtına da başka bir ağacın altında indiriyor sürücüsünü. Ben ve Kara Şövalye de duruyoruz. Manzara göz alabildiğince yeşil. Yok, yok sadece yeşil değil hem sarı hem de turuncu. Derinlik anlatılır gibi değil. Köyün sakinleri geliyorlar yanımıza, Faik amca, Mustafa amca ve meyve toplamış rengârenk kıyafetleriyle köylü teyzeler. Faik amcanın gözü bende. Sürücüm ‘’Motosiklet sever misiniz?’’ diye sorunca ‘’gençken hevesim vardı’’ diyor. Sürücüm üstüme oturmasını söylüyor, kendi de arkada. Yeni dostlarla bir sürü fotoğraf çekip yola koyuluyoruz.

 

 

15 km kadar sonra yaylayı görüyoruz. Büyük bir bayrak direğinin altına bir çadırdan ibaret dinlenme noktası. Daha tepeye çıkarsak Karadeniz sahillerine kuşbakışı bakabileceğiz. Devam ediyoruz. Ancak yol dedikleri şey giderek orman ve doğa örtüsü içinde kayboluyor. Ben ve Kara Şövalye artık ilerleyemiyoruz. Aşık atma faslı bitti. Bayrak da bizimle kalıyor. Kahve molası veriyoruz. Fırtına devam ediyor. Onunla daha sonra yaylada buluşuyoruz. Yol öyle daralmış ki, çalıların arasından geçmek zorunda kalmış, deposu çizik çizik ama karizması sağlam. Buz mağarasını bulmuş ama mevsim gereği henüz buz yokmuş.

 

Çadırın sahibi, tüp, tava ve çaydanlık gibi malzemeyi, bir geçene lazım olur düşüncesi ile bırakmış anlaşılan. Bizim gibi yaylaya gezmeye çıkmış birkaç aile var sadece. Sesleniyorlar bizimkilere’’gelin hepimiz misafiriz, mantar topladık pişiriyoruz beraber yiyelim…!’’. Sürücüm, Gülizar teyze ile dostluk kuruyor, bir yandan da kadın parmağı ve çam mantarı sotesi yiyor. Çok lezzetli olsa gerek, neredeyse tavanın içine düşecek yerken.

 

Yol maceralı olunca saatler de çabuk geçiyor. Daha programın gerisindeyiz. Hemen aşağıya, muhteşem Valla Kanyonu’na doğru iniyoruz. Kanyonun uzaktan görünüşü bile muhteşem. Yol, odun isi kokan bir köyde bitiyor. Evlerin ön cephesi sıra sıra asılmış mısırlarla kaplı. Tertemiz taş döşeli daracık sokakları, geniş yemyeşil teras bahçeleri ile nefis bir köy. Sürücüm Heidi ve Peter diye birileriyle karşılaşmaktan bahsediyor. Onlar da kimse? Kanyonu görmek için yürüyerek devam ediyorlar ve çok etkilenmiş olarak dönüyorlar. Hayli yürümüş ve merdiven inmişler. Bayrak’ın sürücüsünün dediğine göre, boyut kavramı yok oluyormuş bakarken, çok aşağıda önce kuşları daha sonra birleşen dimdik kayaları ve daha da aşağıda köpüren ırmağı görmek müthişmiş. Akşam, yaklaşık 90 km’lik orman turundan sonra, yine Park Ilıca’dayız. Her yeri tahtadan yapılma küçük ama konforlu bungalovumuzun önünde, çimlerin üstünde günün sonunu getiriyoruz. Yine depoma dokunuyor “O yolu yapamayız sanıyordum. Artık bize ne yokuş ne viraj ne toprak ne de çakıl vız gelir bu günden sonra…’’ diyor. Gururlanıyorum. Bu kadın ve ben, iyi bir takımız.

 

3. Gün: Azdavay’dan Cide’ye, Cide’den Amasra’ya

 

Ertesi sabah, gece boyu sesini duyduğum şelaleye gidiyorlar. Yosunlarla kaplanmış ağaçlar masalsı yaratıklar gibi çevreliyormuş etrafı. Uçuşan bir tül gibiymiş şelale. Bembeyaz büyüklü küçüklü kayalarla çevrili bir gölete dökülüp oradan nehir olup akıyormuş. Ağaçlar köklerini o taşların arasında parke gibi döşemişler adeta. Tüm bunlar benim gibi mekanik bir makine için çok fazla romantik ben yine yola çıkmak istiyorum. Bugün Azdavay üzerinden Cide’ye varmayı planlıyoruz. Yaklaşık 130 km’lik bir yol bu. Orman içinde tatlı virajlar, bence tüm motorların bir kere geçmesi gereken harika bir yol, yolun kenarına süs gibi konmuş köyleri geçerken sürücümün söylediği şarkıları dinliyorum.

 

Cide sahilinde çay molasının ardından Amasra’ya hareket ediyoruz. Karadeniz sahil yolunun durulmuş sakinleşmiş parkuru yine de kıvrımları, iniş çıkışlarıyla tam bir konsantrasyon istiyor. Ama artık bize vız geliyor. Bir yan orman bir yan deniz, bir sağa yat bir sola, üstelik hava da güzel. Sürücüm şarkı söylemeye devam ediyor. Arada bir virajlar Arşimet Vidası’nı** andırsa bile şarkı devam ediyor.

 

Kaldığımız otel şehre ve şehrin denizin ortasında duran Kale mahallesine bakıyor. Sürücüm yine depoma dokunuyor. Ne diyeceğini hissediyorum. Ne kadar mekanik de olsam hissediyorum. “Evet’’ diyorum. “Çok güzel…’’ Akşam ve ertesi sabah geziyoruz Amasra’yı. Merkezde deniz kenarında çay içip rengârenk çarşısında dolaşıyorlar. Biz, Bayrak, Fırtına, Şövalye ve ben, sabırsızca yola çıkmak istiyoruz. Yol hem çok manzaralı hem rahat hem de geçen günkü maceradan sonra asfalt büyük lüks.

Cevap bırakın