Yazar: Pervin Ozulu
Uzun zaman geçmesine rağmen bu gezideki olayları hiç unutmuyorum. Konaklama yeri yoktu. Çıkmazın
içindeydim, çaresizlik tavan olmuştu ve çözüm bulamıyordum, vazgeçmek ve pes etmeyi kabul etmedim.
Bu Ayvalık gezisi hiç olmayacaktı ve her şeye rağmen yine de oldu. Çıkmazdayken bir şekilde kapının açıldığını görmek mutlulukların en güzellerinden bir tanesi, elbette her zaman her şeyin rast gitmesini beklememek lazım, fakat denk geldiğinde bir kahvenin 40 yıl hatırı gibi hafızada derin bir yer edinir. Bugün biliyorum, yollara sadece motor sürmek için çıkmıyorum, fakat bunu eskiden bilmiyordum, sadece motor sürdüğümü sanırdım. Meğer yaşamın ta kendisini buluyorum yolculuklarımda. Rüzgar ve hayatın akışı nereye götürüyorsa ve ne yaşatıyorsa hayatım o şekilde gelişiyor. Her yeni gezim ruhuma ve hayatıma yenilikler katıyor.
Bu sürpriz geziyi 2000 model Suzuki GS 500 ile yapmıştım ve uzun zaman sonra ondan bahsetme sebebi aslında şimdiki motorumun aküsünün boşalmasıdır, çünkü akü deyince GS 500 de eskiyen akü yüzünden yaşadığım dertli maceralar aklıma gelir hep.Şu an ki motorumun marşı basmıyor, son zamanlarda birkaç sağlık sorunları nedeniyle motorumdan uzak kalınca olan oldu ve şu an aküsü boş, “gıy gıy” sesi duyunca içim fena burkuldu. Hani aileden biri hasta olur ya, çocuğunuz ya da kardeşiniz ya da anneniz, o yemek yiyemediği zaman, ateşi çıktığında sizin de içiniz fena olur ve ona kıyamazsınız, öyle bir duyguya kapıldım. Böyle serin kış havalarda yola çıkmayı hayal ediyordum, çünkü haftalardır sürüş yapamamanın derdinde kıvranıyordum. Tencerede yağda kavrulan ince ince kesilmiş soğan gibi içim kıyım kıyım kavruluyordu. Sağlık sorunlarım vardı derken ofis içinde başıma gelen milyonda bir olan tuhaf görünmez bir iş kazasından dolayı sağ kolum alçıdaydı. Yürürken sağ elimi dolabın tam sivri köşesine çok şiddetle çarptım, tendon siniri zarar gördü, anında travma oluverdi.
Tam anlamıyla trajik komedi bir durumdu. Sadece motor üzerinde değil, demek ki her an her yerde daima çok dikkatli olmamız lazım, önemsiz sandığım bu olay haftalarıma mal oldu ve hala da tam iyileşmedi. İlk çarpma gününden sonra elim düzelmeyince bu durumun uzayacağını anlamıştım ve sağ kolum sonraki günlerde alçıya alındı. Tedavisi çok zahmetli bir süreç gerektiriyormuş meğer. Motoruma binemiyorum diye dert etmedim desem yalan olur, ama her şeyin başı sağlık. Tekrar motorumu keyifle kullanabilmek için elimin iyileşmesi için elimden geleni yaptım. Alçım çıktığında ailemde başka sağlık mevzuları hemen peşine eklenince zaman akıp gitti ve motorum bensiz kaldı. Ona ilk vakit ayırabildiğimde hemen çalıştırmak istedim, ama tahmin ettiğim gibi marş basmadı. Marş basmayınca GS 500’ümle yaşadıklarım aklıma geldi, aküsü eskiydi ve şarj tutmamaya başlamıştı.
Yine kış mevsimiydi, her işe gittiğimde iş çıkışı onun çalışmama tedirginliğim nedeniyle şarj aleti yanımda taşır oldum. Yeni akü alıncaya kadar idare etmeye çalışıyordum. O zamanlar Alman Hava Yollarında çalışıyordum, eski kocaman şarj aparatı yanımda taşımaya başlamıştım. İşe geldiğimde aküyü söküp ofise taşırdım, güvenlik tanıdığı için sorun çıkarmıyordu. GS 500’ümden bahsederken hiç unutamadığım Ayvalık gezisi canlandı gözümde. Aslında o gezi hiç var olmayacaktı. Bir bayram tatiliydi, çok emin olmamakla beraber 3 ya da 4 sene önce yaz aylarındaydı. Hayatı yaşadıkça zamanın aslında hiçbir önemin taşımadığını öğrendim, yaşananlar ve bıraktığı izler yaşamın ta kendisidir. İyi ya da kötü, bir iz asla unutulmaz, bize renk ve olgunluk katar. Zaman sadece akıp gider, içini doldurmak bize kalır.
Gezilere plansız yola çıkmanın iyi olmadığını bu gezide yaşadım, çünkü yanlış zamanda plansız yola çıkmaya son anda karar verdim ve bu yüzden gezinin başlangıcı sıkıntılıydı. Ama pişman değilim, zorluğa rağmen pes etmeyip başarıya ulaşınca zaferin tadı on kat daha fazla oldu. Aslında tek sorun tam bayram tatilinde pat diye yola çıkmaya karar vermem oldu, aslında hiç bir yere gitmeyecektim, o yüzden plan da yapmamıştım. Evde durup dinlenip keyif yapmayı düşünmüştüm. Özellikle Bayram üzeri her yer ve yollar çok kalabalık oluyor diye bir yere gitmek için hiç hevesim yoktu. Hatta bayram üzere her şey çok daha pahalı olur diye, çok param da yoktu o ay, o yüzden rahat rahat evimde olacağım için ve hazırlık telaşım olmadığı için benden huzurlusu yoktu. Çevremde herkes stres içindeydi ve aylar öncesinden rezervasyon ve hazırlık telaşı yaşıyordu. Bayram’a, yani birkaç günlük tatile bir gün kala garip bir şey oldu. Sanki evde duracağım diyen ben değilmişim gibi birden yola çıkacakmışım gibi ve sanki bu fikir uzun zamandır varmış gibi “Hazırlık başlasın” dedim ve nereye diye düşünmeye başladım.
Güzel Ege sahilinden dolanıp Bodrum Yarımadası’na gideyim dedim, çok güzel koyları var oralarda. Denizini severim, serin ve berrak. Gümüşlük, Yalıkavak, Güvercinlik koyu gibi harika doğa yerlerine gitmek istedim. Oralarda tekne turu yapmayı da severim, denizin berraklığını ve rengi beni mutlu ediyor, belki dalış da yaparım. Düşündükçe heyecanım arttı ancak yola çıkmadan önce bayram üzeri olduğundan işimi garantiye almak için bir iki konaklama yerine telefon açayım dedim, “Zaten yer vardır nasıl olsa.” dedim, çünkü Bodrum’da çok otel mevcut. İlk aradığım pansiyon “Yerimiz yok” dedi. İkinci beğendiğim konaklama yeri bir butik oteldi ve “Tek kişiye oda vermiyoruz” dedi, “Bayramda ayrıca zaten doluyuz” dedi. “Hmmm… dur bakalım” bir de şu 3.yeri arayım dedim kendi kendime. O kadar da değil hani, yer vardır mutlaka. 3.yerin numarasını çevirdim, telefon çalıyordu, daha açar açmaz ve sorumu bile sormadan “Yerimiz yok” deyip telefonu kapattı. Elimde telefon ahizesi öylece kaldı ve acı gerçeği hisseder gibi oldum. Kendime itiraf edememiştim henüz ve başka yerleri aramaya devam ettim.
Son güne kalırsan şu an görüldüğü gibi açıkta kalırsın, sanırım bu normal bir durumdu. Ancak yine de gitmek isteyen ben Bodrum’da epey yeri daha aradıktan sonra Bodrum’dan vazgeçtim ve nerede yer bulursam oraya gideceğime karar verdim. Yolculuğun kaderi tamamen bulduğum otele bağlıydı. Antalya, Alanya, Marmaris… O kadar çok yeri aradım ki, akıl almaz. Hem normal fiyatların üzerinde de olduğu halde her yer doluydu. Telefon santrali gibi olmuştum. Kalem, defter elimde ve çevirdiğim numaralarla gittikçe hızlanan bir maraton koşucusu gibiydim. İnternetten pansiyon, butik otelleri ve öğretmenevlerine bakıp her yeri aradım. Güvenliğim nedeniyle çadır olayına hiç girmiyorum, belki daha keyifli de olsa pansiyon gibi konaklama imkanını tercih ediyorum. Durum kötüye gidiyordu, ama hırs yaptım, aklım almıyordu “Mutlaka bir yer olmalıydı” diyordum sürekli.
Uzak yerlerden vazgeçip daha yakın istikametlere odaklandım ve sevdiğim Cunda Adası, Sarımsaklı ve Ayvalık bölgesini incelemeye aldım. Cunda adası, bugünkü ismi Alibey Adası, Türkiye’nin Ege Denizi’nde bulunan 4. büyük adasıdır ve doğal güzellikleri ve harika tarihi yapıları nedeniyle koruma altınadır. Sahil şeridindeki sevimli balık lokantaları ile bilinir. Ayvalık koyundaki bu ada anakaraya bağlantısı iki ayrı köprü ile sağlanmaktadır. Şirin taş evleri ve nostalji atmosferi nedeniyle yaz dönemlerinde tatil için çok tercih edilen bir bölgedir ve orası da komple doluydu. Sonra internetten Ayvalık merkezinde yer aramaya başladım, ufak ve şirin bahçeli bir butik otel dikkatimi çekti. Yorumları çok güzeldi ve bir aile işletmesi olduğunu okumak hoşuma gitti. Güvenilir, düzgün ve doğal bir izlenim bıraktı bende. Oradaki yapıya uygun eski tarihi bir taş eviydi, ufak ve sevimli bahçesinde kahvaltı veriyorlarmış.
Çok heveslendim ve orayı aramaya karar verdim, ama kesinlikle doludur zaten diye hiç ümitlenmedim, fakat “Tek kişilik odamız var” dediklerinde şaka gibi geldi bana ve anlayamamıştım “Nasıl yani, yeriniz var mı?” “Evet, ama oda küçük, beğenir misiniz bilmiyorum” dedi telefondaki teyze. Minik de olsa benim sevincim çok büyüktü. Coşkuyla “ Tutuyorum” dedim. Sözüme güvenip “Odayı ayırıyorum o zaman” dedi. Hey gidi günler hey, nasıl sevinmiştim anlatamam. İçimdeki çocuk tamamen çıktı meydana ve zıplayıp durdu. Götüreceğim kıyafetlerimi bir basket topunu potasına atar gibi motorumun yan çantalarına atmaya başladım. Havada uçuşan eşyalarla evin içinde neşeli bir fırtına başlamıştı. Kızımı hazırlamaya başladım hemen, yani motorumu. Ertesi gün İstanbul’dan sabah saatlerinde yeteri kadar nakit para bile üzerime alamadan yola koyuldum. Nasıl olsa her yerde ATM’lerden para çekebilirim diye dert etmedim. Bulduğum yere kavuşma hayali ile çok değişik bir heyecanla yolculuğum başladı ve bu gezimde hiç ummadığım bir anda tertemiz ve iyi insanlarla tanışacağımı henüz bilmiyordum.
Hep sadece motor sürmek için yola çıktığımı sanırdım, ancak her yolculuğumda yaşadığım çeşit çeşit maceralarla aslında hayatın ta kendisini yakaladığımı net bir şekilde gördüm yine. Rotam Eskihisar’dan arabalı vapur ile karşıya Topçular’a geçip Bursa üzerinden, Balıkesir ve Ayvalık istikametiydi. Bayram trafiği fenaydı, hatta fena ötesi, ona rağmen zahmetsizce vapura binebildim. Vapurda denizin kokusu burnuma geldikçe, şehirden uzaklaştıkça ve rüzgar saçlarımı savurdukça keyiflendim. Karşıya varış yaklaşınca motorumun yanına gittim ve montumu, kaskımı, eldivenlerimi giydim. Motorun üzerine binip kıyıya yaklaşınca marşa bastım, çok tatlı bir heyecanım vardı. Yollar epey doluydu, ancak çok sıkıntı yoktu. GS 500 aslında uzun yol için biraz zayıf, özellikle sollama sorunu oluyor ve uzun mesafelerde yorardı beni biraz. Sıkça mola gereği duyardım onunla geziye çıktığımda.
Ancak her şeye rağmen GS 500 ‘ü çok seviyordum. Her yol tarzına uyumluydu, her toprak yola korkusuz girerdim, dağ yollarında kolaylıkla sürülüyor, tırmanışı iyidir. Ancak beygir gücü düşük olduğundan ve seri olmadığından kısa mesafe sollamalarda, özellikle tek gidiş geliş yollarda her zaman rahatlıkla önümdeki aracı geçemiyordum, tepkileri ağırdı. Bu motor ilk olarak 1989 yılında ABD’de üretildi. Havasoğutmalı, paralel çift silindir, geniş bir kullanım alanına sahip ve çok amaçlıydı. Vapurdan indikten sonra hiç mola vermeden Balıkesir’e kadar devam edip benzin almak için durdum. Bu motorda yakıt göstergesi yok, km takibiyle, aslında onda km yerine mil yazardı, onu takip ederek ve benzin kapağından tankın içine bakma yöntemi ile benzin göstergenin yokluğunu hiç hissetmezdim. Bu motorun en ideal rahat sürüş maksimum hızı 120 km’dir bana göre, keyifle mutlu mesut yollarda gidiyorsunuz.
Uzun süre 150 km hızlarda gittiğimde motorun yorulduğunu hissederdim, beni de yorardı. Hem naked olduğu için hem de gücü yeterli değildi. Başka bir gezimde Aydın otoyolundaydım, uçak pisti gibi olan bu tenha yol bence tam hız tutkunlarına göre. O yolda ne yazık ki benim kıza fazla yüklendim, hepimizin içinde, gizli bile olsa, vardır bir hız merakı. Bazısında açığa çıkmamıştır, bazısı da sürekli hız yaşamak ister. Kısa mesafe olsa bir problem olmazdı, fakat 95 km uzunluğundaki Aydın otoyolu boyunca hiç 160/170 km süratin altına düşmeyince olanlar oldu. Yolun sonlarına gelmiş gibiydim ve hafif bir rampa vardı, sol şeritteydim ve birden motor gaz kesmeye başladı, öksürür gibi, hatta sanki başkası frene basıp gaza basıyordu, öne attı ve ani yavaşladı. Tekrar öne attı ve yine ani yavaşladı, yola devam edemeyecek kadar birden yavaşladı, her an yolun ortasında stop edeceğini anladım.
Denizde su yutan ve boğulmak üzere olan biri gibi yutkundu durdu. Hemen sağ şeride geçmeye çalıştım, emniyet şeridine zor geldim desem yeridir, emniyet şeridine geldiğimde stop etti. Yokuş onun son enerjisini aldı ve tık diye tıkanıp kaldı, bir ihtimal benzinde bir çöp bir şey vardı ve tıkanıklık yaptı, benzin gitmedi o an. Tankımı kontrol ettim, benzin çok vardı daha, tank dibinde değildi. Tankın içini daha evvel de kontrol ettirmiştim, eski olduğu için pas olurmuş diye okumuştum, fakat tankının içi tertemizdi. Sanırım kızımı çok yordum, o kadar uzun süre tüm yol boyunca onun maksimum hızında hiç böyle kullanmamıştım, boğmuştum onu. Önceden 1100 cc ve 1000 cc motorlar da kullandığım için düşük beygir gücünü dikkate almadan gaza yüklendim sanırım, kimine göre 170 km de normal sürat ama motora göre düşünmek gerek. 120 km hızla giderdim normalde, ancak o yolda mümkün olmadı. Anneme de hiç bu mevzuları anlatmamışımdır, beni merak etmesin diye de ne faydası var, çünkü o da şimdi bu satırları okuyor canım annem. “Aklın kalmasın bende canım annem benim, hem kaç sene geçmiş üzerinden, değil mi ama?“ Emniyet şeridinde stop etmiş motorumla durduğumda ilk önce çevremi inceledim, neredeyim, kimler var kimler yok. Çevre kontrollerine önem veririm. Sonuç : yapa yalnızdım. Kötü niyetli birileri olmasın da yalnızlık tercihimdir.
Motoruma istirahat için bir süre tanıdım. Hemen çalıştırmadım, 5-10 dakika bekledim, ama nasıl bekledim bir de bana sorun. Dualar ettim. Tenha bir yerdeydim, ama panik olmadım. Motoruma çok güveniyordum, çünkü durumun iyi olduğunu biliyordum. Arızanın geçici olduğunu tahmin ettiğim için rahat gibiydim, tekrar çalışacak dedim. Her şey yoluna gireceğini düşünsem bile çok heyecanlıydım. Süre dolmuştu, meraktan da daha fazla bekleyemedim ve anahtarı elime aldım ve nefesimi tutup çevirdim. Anında marş aldı ve hiç bir şey olmamış gibi neşeli neşeli sesi yayıldı etrafımda. O gün bütün yolculuğumda 110 km – 120 km hızın üzerine çıkmadım. Kızıma çok iyi davrandım. O beni orada yolda bırakmadı ben de onu daha fazla üzmedim, barışmıştık. Ayvalık gezimde de onu üzmemek için uzun tenha otoyollarında yavaş gitmek için kendimi zorladım, özellikle Balıkesir-Edremit yolunda hızlanmamak için gayret gösterdim, çünkü düz otoyolların çabuk bitmesini isteyince boş yollarda ister istemez biraz sürat yapılıyor. O gün çok sert bir rüzgar vardı hep ve nedense Edremit otoyolu o gün çok tatsız geldi bana.
Bu motorla açık arazideki sert rüzgara karşı gelmek de zorladı biraz, hem motor hafif olduğundan yorulmaya başlamıştım. Her tür sürüşü sevsem de bu otoyol bana keyifsiz gelmeye başladı ve bir köy yoluna girmek, keşif ve toprak bir yol ile buluşmam gerektiğini hissettim. Gökyüzü donuktu, renk yoktu, fotoğrafçılık adına bir kare daha çekmemiştim. Köy yollarına çıkış veren sapaklar dikkatimi çekmeye başladı ve gözüme kestirdiğim ve manzarası olabilecek bir yola girmeye karar verdim. Çok susamıştım ancak yol üzerinde hala keyfime göre bir dinlenme tesis de görememiştim. Bir köy yoluna girersem mutlaka merkezinde bir bakkalı olur dedim, hem güzel kareler de çekebilirim derken bir toprak yol gözüme ilişti. “Kalaycılar Köyü” yazıyordu. Otoyoldan çıktım, yağmur uzun zamandır sanki hiç uğramamış gibi çevre kurak görünüyordu, öyle toz toprak içindeydi ki her yer, sıcaklığın görüntüsü vardı. Yavaşlayınca sıcak havadan daha çok terlemeye başladım, çok susamıştım. Hiç kimse yoktu, birkaç ev gördüm uzakta o kadar. Durdum, kaskımı motorun üzerine koydum ve fotoğraf için çevreyi dolaştım.
Rüzgar kaskımı motordan düşürdü, ben görmedim, yürüyordum biraz. Motoruma dönüp baktığımda birinin başında geldiğini gördüm, nereden geldi nasıl oldu anlamıştım ve hızlıca hemen oraya gittim. Meğer az ilerdeki evin çatısında çalışan bir köylü uzaktan çatıdan, yüksek bir açıdan bakınca motor yere düşmüş gibi görünmüş ve bir sorun var diye işini gücünü bırakıp arabaya binip yardım için aceleyle motorun başına geldiğini söyledi. Kaza olduğunu sanmış, kimseyi görmeyince yerlerde sürücüyü bulmaya çalışıyordu. Yardım için çatıdan inip, arabaya atlayıp hızlıca yardım etmek için gelen o amcanın yüzünde ve gözlerince iyilik vardı, ona inanmamak mümkün değildi ve yerde yatan yaralı bir motorcu aramanın telaşı vardı. Benim o aradığı sürücünün olduğunu söyleyince ve sağ salim görünce içi rahatladı. “Bir şeyler ters gitti sandım” dedi. O da haklı, garip bir şekilde motoru yolda bırakmıştım, bir çukurda, uzaktan bakınca yere düşmüş, kaza yapmış gibi görünmüş. Bu durum İstanbul’da olsaydı fazla beklemeden motora biner yoluma hemen devam ederdim. Ama o amca bir iyilik meleği gibiydi, çiftlik işlerinden çatlamış yaralı elleri vardı, üstü başı, güneşten yanmış yüzü, tipik bir köy hali işte ve tertemiz içten gelen sözlerini dinledim. O anlattı, evinin çatısını tamir ettiğinden ve eşinden bahsetti, evini gösterdi.
Eşinin evde olduğunu ve kendisi tekrar çatıya çıkacağını ve çatının tamirine devam edeceğini söyledi. İlk başta neden bunları anlattığını anlayamadım, meğer eşi ile tanıştırmak ve ağırlamak istediği içinmiş, illaki misafir etmek istediğini söyledi. “Hava çok sıcak, en azından içecek ikram edelim” dedi. Çekinmemem için tekrar tekrar evinde sadece eşinin olduğunu söyledi ve kendisi eve girmeyeceğini ve tekrar çatıya çıkacağını söyledi. Ben sadece dinledim ve iyi bir insanın iyiliğin yüzüne ve söylediklerine ne güzel yansıdığını yaşamanın tadına vardım. Kim bu devirde tamamen yabancı birini koşulsuz evine davet eder, sadece böyle temiz köy insanı yapar bunu. Kötü olaylara alışkın olduğumuz bu dünyada iyilik görmek bile şüpheyi de beraberinde getiriyor ve güvenmemeyi öğretiyor. Aslında doğru yerde doğru zamanda güvenmek güzeldir, insanlıktır, ancak hayat şartlarımız güvenmeyi öyle zorlaştırdı ki çok dikkatli olmak zorundayız. İçimden gelen sese ve hislerime çok inanırım, hayat güvenebildiğin zaman daha güzel. Güvenip daveti kabul etmeli miyim, yoksa risk almadan yola devam etmek mi doğru olan?
Kabul edersem, bu kadar çok iyilik yapmak isteyene de iyilik yapma imkanı vermiş olabilirim aslında veya sadece teşekkür edip yoluma devam da edebilirim. Ama içimden bir şey çekip gitmeme engel oldu. Eşinin çok mutlu olacağını söyledi tekrar tekrar. İyi yürekli insanlarla karşılaşmak her zaman denk gelmez bu hayatta. Ayrıca onlar mı yoksa ben mi, kim daha fazla risk alıyor o tartışılır aslında. Tek başıma kadın olduğumdan kurallarıma göre kabul etmemem gerekiyor. Onlar da evlerine kendi hayatlarına tamamen aykırı bir insan modelini, bir motosikletçiyi misafir etmeyi istemekte de daha fazla risk alıyor aslında. Hem düşündüm hem anlattıklarını dinledim ve insanlığa inandım. “Misafirimiz ol” dediğinde öyle içten ve iyi niyetle söylenmişti ki insanlığı hissettim ve kabul ettim. Eşi ile tanışmak için çiftliğine kadar gelirim dedim. Geleceğimi söyleyince amca çok sevindi. İstanbul’a döndüğümde bu olayı kime anlattıysam “Hangi akla uydun da tanımadığın insanların davetini kabul ettin, nasıl cesaret edersin”dedi. Hislerime güvendim ve gördüğüm insanlığa inandım sadece. Risk almadan hiçbir şey kazanamayız.
Bu olayda neyi kazanacağımı da bilmiyordum, ama iyilik hissettim. Arabayı takip ettim, evin yanında motoru rahat bir yere çektim. Tavuklar geziniyordu, tarlalar, ekinler ve bir traktör de vardı. Eşi açtı kapıyı, tanıştık. Kadın şaşkındı, amca adımı bile bilmiyordu daha, eşinin adı Yasemin idi. Öyle doğal insanlardı ki, Yasemin’in yüzündeki sevimli şaşkınlık çok hoşuma gitti. O an orada benim kim olduğumun önemi yoktu. Sadece bir yolcuyu ağırlamanın sevincini yaşadılar, bunu hissetmemek mümkün değildi. Ne iş yaptığım, kimim, hakkımda hiç bir şey bilmeden evlerine davet etmeleri esas cesaret budur. O tertemiz insanların aklına kötülük bile gelmiyor ki. Onlar o köyde doğmuşlar, şehir hayatını bilmeden ve ben ise bir motorcuyum, bambaşka bir insan modeli, onlar neden benden korkmadı? İnsanlığa inançları var ve benim de iyi olduğuma da inandıkları için her şey kendiliğinden gelişti. Yasemin bana “Sen benim Tanrı misafirimsin” dedi sürekli ve gözlerindeki sevinç beni çok etkilemişti. Şaşkınlığı hemen kaybolmadı, heyecanlı ve mutluydu. Sofrayı kurdu ne varsa mutfağında her şeyi getirdi.
Saatlerce sohbet ettik, bahçelerini tavuklarını anlattı, ailesinden ve yaşantısından. Zaman akıp gitti, eski dostlar gibi olduk. Arada bir “Sen benim Tanrı misafirimsin” dedi ve geldiğim için teşekkür etti. Sonra kendinden bahsetti, genç yaşta annesini kaybettiğinden ve üzüntüsünden durmadan ağladığını ve bir şekilde gözyaşının bittiğini söyledi. “Tedavisi yok mu bunun?” sordum. Varmış, ama İstanbul’a gitmesi gerekiyormuş. “Artık İstanbul’da da bir evin var artık” dedim, “Oraya gelirsen benim misafirim olursun” dedim ona. Sarıldık sevindik. Ne duygular yaşadık oracıkta ve bunu sadece insanlığımıza olan inanç var etti. “Gideyim artık” dedim, “Gezginler fazla aynı yerde duramaz, ufak ufak yola devam edeyim” dedim ona, kalmamı çok istedi ama gideceğimi söyleyince hatıra için bana bir çiçekli güzel bir yazma hediye etti. Motorun çantasına koydum. Telefonlarımızı paylaştık, hala telefonlaşıp haberleşiriz. Bu sene onu ziyaret etmek nasip olur inşallah. Tedavisi için o henüz İstanbul’a gelmedi. Sevgiyle uğurlanarak yüreğimde garip bir mutluluk ile yola devam ettim. Otoyola geri dönüp direkt Ayvalık merkeze durmadan gittim.
Yol çok rahat geçti ve Ayvalık’a yaklaşırken havanın kokusu bile değişti, Zeytinliklerden gelen koku çok hoşuma gitti. Zeytinyağı satan öyle güzel ve özenerek dekore edilmiş dükkanlar gördüm ki, hepsi birer fotoğraf albümü çıkartır cinstendi. Kalacağım yeri çok merak ediyordum ve kolaylıkla buldum. Sahile çok yakındı. İlk olarak geceleri motoru nerede park edebilirim onu keşfettim ve müsait yerleri kafama not ettim. Motor biraz eski ve az gösterişli olunca park konusunda çok faydası oluyor. Arnavut kaldırımı taş sokakta sandalyelerde oturan ve sohbet eden yaşlı amcalar vardı, onlar da motorun park konusunda fikir verdi yardımcı olmak istedi. Aynı anda da tabii ki beni incelediler, sorular sordular. Otel internette göründüğü gibi tarihi bir taş evdi, içeriye girdiğimde iç dekorunun sıcaklığı beni resmen kucakladı. Eski bir pikap vardı, duvarlarda yerlerde kilimler, mumlar, eski dönemlerden kalma köy eşyalarla ve bolca kitaplarla süslenmiş ve okuma köşeleri olan çok sevimli bir yere gelmiştim. Telefonda görüştüğüm teyze ile tanıştım, güler yüzlü biriydi.
Ahşap merdivenlerden üst kata çıktık ve odamı gösterdi bana, tavan çok yüksekti, odaların kapıları eski ahşaptandı ve büyüktü, açarken gıcırdıyordu. Kapı anahtarı bile eskiydi, o eski merdivenler ve yüksek tavan ve eski eşyalar beni zaman diliminde geçmişe götürdü. Odam sevimliydi, hem çok temizdi. Eşyalar için dolap yoktu, oda gerçekten çok minik de olsa taş duvarın içinde oyulmuş bir boşluk vardı, bir raf gibi, o yetti bana zaten. Hemen etrafı gezmeye çarşıya çıktım, akşam olmuştu, motoru sahile park ettim. ATM’den para çekmeye gittiğimde ATM ne yazık ki bozuktu. Yemeğimi ve otelimi para kartımdan ödedim gün. Yasemin bana yolluk da vermişti, biber dolmaları. Geç saatlerde serinlik çöktüğünde acıkmıştım, onlar öyle lezzetli gelmişti ki anlatamam. Ertesi gün erkenden güne başladım, zeytinyağ ve zeytin çeşitleri bol olan kahvaltı ile günüm harika başlamıştı. Cunda Adasına gidip her yeri gezmek ilk günün programıydı, ancak önce nakit çekmek için ATM ye gittim. Para aldım, fakat bakiyeyi göstermedi. Cunda adasına köprü bağlantı yollardan geçmek çok keyifliydi. Cunda’nın merkezi müze gibi, o taş sokaklar, o rum evleri, evlerin hepsi birbirinden güzel, balkonlar çiçeklerle süslenmiş, nereye bakacağımı şaşkındım, bir baykuş misali gibi başımı döndürüp durdum. Hele sahildeki rengarenk dükkanlar, tekneler ve restaurantlar.
Aşıklar Tepesi’ olarak bilinen mevkii’de bulunan değirmeni görüne motoru hemen park ettim. Tepedeki konumu nedeniyle çok etkileyiciydi. Her yerde geçmişten izler buluyordum, o eski taş evlerden bazısı süs eşya satan dükkan olarak kullanılıyor, birçok zeytinyağ satan dükkanlar “Seyret beni” der gibi özene bezene dekore edilmişti. Ayrıca eskiden kalma birçok kilise ve manastır mevcuttur. Denizin içinde Kızlar Manastırını görmek de beni yine eski tarihlere aldı götürdü. Merkezden uzaklaştığım gün, doğada olmak ve toprak yollarda sürüş için gezdiğim gün yanından geçtim. Patricia Burnu’na gitmek için Rum Köyüne doğru giderken o manastırı gördüm. O gün çok rüzgar vardı, toz toprak ve çalılar uçuşuyordu. Cunda’dan çıkınca Patricia Burnu’a tek bir yol var, kuru bir toprak yol, çevrede hiç yerleşim yok, çünkü Cunda yerleşime açık olan tek adadır. Eski bir iskele vardı, durdum.
Manzara hoşuma gitti, Tripotu kurup birkaç tane fotoğraf çekmek istedim. Ancak çok riskli geçti, çünkü tam kamerayı self çekime ayarlayıp kendim de motorun yanına geçince rüzgardan tripotun dengesi bozuluyordu, anında geri koşup bir hamle ile kamerayı düşmekten kurtardım. Motorcunun refleksleri hızlıdır. Rüzgarla dans eder gibi bu fotoğraf kareleri çekmek için sabrım da çoktu. Tekrar denedim tekrar. Sonra tam oldu diyorken bir araba geldi ve tam o eski iskeleye park etti, tam çekime ayarladığım yerin tam ortasına. İşte sabrımın sınırının zorlandığı an buydu. Tuhaftır ki sabrımın meyvesini tahminimden çabuk aldım. Adam park ettiği yerden arabasına binip hemen uzaklaştı. Acaba benden negatif sinyal mi aldı, apar topar gitti. Karelerimi çektikten sonra yola devam ettim, yol maceralı olmaya başladı. Yükseklerden geçtim, çam ormanı ve kıyıya yukardan baktım, kıvrımlı yoldaki toprak kızıl rengini aldı.
Dağlar denize dik uzandığından kıyılar girintili çıkıntılıdır. Tek tük arabalar geçti, yolun devamında bir tesis vardı, konaklama ve plaj. Yola devam ettim, tam yolun sonundaki Rum köyüne vardım, taş evler ve elektriğin bile bağlanmadığı evler varmış. Orada yaşayan bir amca ile karşılaştım, sohbet ettik o anlattı. Bahçesinden bana bir torba dolusu incir verdi. Birçok boş taş evi vardı, kum olmuş eski sokaklarıyla beraber. Tam kıyıda bir tane dinlenme tesisi ve birkaç tane araba vardı. Sessiz ve tamamen doğal bir köşeye gelmiştim. Havlumu çıkartıp, deniz keyfi yaptım. Tesis çok kaliteliydi, duşlar ve lokanta kısmı çok özenerek yapılmış ve doğayı bozmadan yapılmış olması dikkat çekiciydi. Müzik ve ses bile yoktu. Adalar içinde tarihi ve turistik öneme sahip olan bir diğeri de Tımarhane Adası’dır. Bu adaya Türkler eski zamanlarda Taşlı Manastır olarak da adlandırmışlar. Bu ada özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ayvalık’ta yaşayan Rumların içkiyi fazla kaçırması üzerine sert esen rüzgarı ile akıllarını başlarına toplamaları için gönderildikleri bir mekân olduğundan bu ismi almıştır.
Ayrıca turizm alanında büyük bir potansiyele sahip olan ilçede Şeytan Sofrasına da gittim. Tekne turu yaptığım gün teknenin kaptanı vaaz verir gibi şeytan sofranın efsanelerini anlattı. Günbatımını görmek için o kadar çok insan gelmişti ki o tepeye, arabayla çıkmak mümkün değildi, trafik kitlendi ve durmuştu. Motor ile her dar aradan geçebildiğim için günbatımını kaçırmadan rahat rahat tepeye çıkmıştım. Aşırı kalabalık olan tepede ayakta durma yeri bulmak bile zordu. Şeytan Sofrası, Ayvalık’a hakim büyük kayalık tepelerin üzerinde bulunan ve oradan bakıldığında tüm Ayvalık Adaları ve Midilli Adası’nın manzarası gözüken, üzerinde Şeytan’ın ayak izi bulunduğuna inanılan eski bir lav birikintisidir. Ayak izi olan yerin etrafı kafes ile koruma altında alınmış. İlk gittiğim gün günbatımını izlemeye gelen kalabalıktan o ayak izini görememiştim ve ertesi gün sırf gündüz tenha olduğunda onu görmek için tekrar çıkmıştım tepeye. Tepede ayrıca bir lokanta bulunmaktadır. Diğer bir günümde Sarımsaklı Plajına gittim, orası fena kalabalıktı. Kumu ve denizi çok güzel, denizi daima soğuktur ve uzun bir sahili var.
Kordon boyu büyük oteller var, sayısız konaklama yerleri, yüzlerce yazlık, büfeler, dondurmacılar, hediye eşya satanlar, mısırcılar, kuruyemişçiler ve akşam saatlerinde kordonda yürüyüş yapanlarla dopdoluydu. Konakladığım Ayvalık merkezinin sakinliğinin tam tersine Sarımsaklı çok renkli, sesli ve hareketli bir yer. Sayılı günler hep çabuk geçer ve yine dönüş zamanım gelmişti. Dönüş yolculuklarımda hep bir burukluk hissederim, ama bu sefer rahat döndüm. Hep aynı otelde kaldım ve her gün farklı yerleri gezmek eğlenceliydi ve güzel de yetti, dönüşe hazırdım. Motoru uzun yolda kullanmayı özlediğim için dönüşe çok hazırdım hemde. Aynı rotadan gittim, bayram dönüşünde fazla oyalanmadan uzun uzun sürüş yapmak ve evime gitmek istedim.
İstanbul’a vardığımda hep kullandığım ATM ye uğradım, gezi boyunca Ayvalık’taki ATM den bakiyemi görmeden para çekip durdum, oteli ödedim, farkındaydım pahalı bir tatil oldu biraz, fakat hesap bakiyemi de görememiştim. Aslında az param vardı bu ay, bunu dikkate almamışım sanırım, bakiyeyi görünce inanamadım. 18 TL kalmış, şaka gibiydi. Kartı çıkartıp tekrar giriş yaptım, 18 TL bakiye veriyor. Plansız programsız pahalı bir gezimden son anı bu olsa gerek, tebessüm ettim ve “Helal olsun her şeye” dedim. Bir gezi için düşündüğümden fazla harcamış olduğumdan hiç kızamıyordum kendime. Bu seferlik de böyle olsun dedim ve güldüm. Her gezinin kendine has hatıraları var. Özellikle Yasemin, en güzel anım o oldu. Yeni hatıraları biriktirmek için neresi olursa olsun fark etmez, her yerde yeni yolculuklar bizi bekliyor.?