İtiraf etmem gerekirse Super Ténéré’mi teslim alırken, sadece bir motosiklet değil,aslında onunla yaşayacaklarımı, gezip göreceklerimi, tanıyacağım insanları, uzun yolculuklarda önce yoldaşlığa sonra da dostluğa dönüşen arkadaşlıklarımı da aldığımın farkında değildim. İşte yine bu uzun yolculuklardan biri olan, Yamaha Türkiye ve Tuna Otomotiv Genel Müdürü sevgili dostumuz Ömer Gürbüz’ün düzenlediği bir gezi daha gelip çatmıştı: Doğu Karadeniz turu!
1. 30 Temmuz 2015 İstanbul – Amasya / 650 km
Saat 08:00’de Doğu’ya doğru yapılan gezilerin ilk buluşma noktası olan Mehmetçik Vakfı’nın Kurtköy Tesisleri’ne geldiğimde, Orçun, Koray ve artçısı çoktan gelmişti bile. Az sonra Ömer ve Alpay da artçıları ile geldiklerinde Doğu Karadeniz seferinin ilk grubu tamamlanmıştı. Kısa bir sohbet, kahvaltı ve sürüş bilgilendirmesi sonrası yolculuğumuza başlarken, tatlı bir heyecan, merak ve heves duyguları beş motorun sekiz yolcusunun yüzlerinden okunuyordu. Bu günün amacı birbirimizin sürüş tarzlarını olabildiğince tanımak ve güvenli bir şekilde ilk durağımız olan Amasya’ya vakitlice varabilmekti.
Bilindik bir otoban sürüşünden sonra Kaynaşlı çıkışından otoyolu terkedip, nostaljik yoldan Bolu Dağı’nı geçip Gerede’ye vardığımızda sıcak ve uzun bir günün bizi beklediğini çoktan anlamıştık.Yolumuzu mümkün olduğunce 100 – 150 km’lik kısımlara bölmeye çalışsak da, 400C’lere yaklaşan sıcaklık yolculuğumuzu oldukça yorucu yapmaya yetmişti. Biz sürücüler böyle hissederken artçıları düşünemiyorduk bile. Yolculuğumuza yeni başlamış olmanın da verdiği enerji ile uzunca bir mesafe olan 650 km’yi aştık ve saat 16:00 sularında Amasya’ya vardık. Bu ‘şirin’ Anadolu şehrinin merkezine doğru ilerleyip, bir de Ömer bey’in bulduğu otelimizi görünce yorgunluk yerini, ‘İşte şimdi başlıyoruz!’ heyecanına bıraktı. Hele bir de Emin Efendi Konakları’nın kaya mezarlarının önünde ve Yeşilırmak’ın hemen üzerindeki muhteşem manzarasını görünce, ilk günün sonunda bizi serinleten biralarımız, öncü grubu birbirine çoktan kaynaştırmıştı bile.
2. Gün; 31 Temmuz 2015 Amasya – Erzincan – 1.183 km
Gece uykusu bu kadar tatlı olabilirdi. Yorgunluk, sıcak ve güzel bir yerde yenen yemekten sonra, Yeşilırmak’ın sesiyle sabahın erken saatlerine kadar deliksiz bir uyku bütün enerjimizi geri getirmişti. Saat 08:00’de kahvaltıda buluştuğumuzda gruptan birçok kişi erkenden kalkıp şehri gezmiş, bazıları ise sabah sporlarını yapmıştı bile! Neşeli ve büyük bir aile gibi yaptığımız kahvaltıda, televizyonda gördüğümüz haberler içimizi acıtmaya ve bizi üzüntüye boğmaya yetmişti. Hazırlandık ve benzin alıp yola çıktık. Amasya’dan çıkıp, Erbaa’ya henüz girmişken yolda trafik çevirmesine girdik; “acaba radara mı girdik” diye düşünürken, görevli polisler bunun sadece normal bir kontrol olduğunu söyledi de içimiz rahatladı.
Bir de bunun üzerine bize, bakımlı gül bahçelerinin ortasındaki nefis kamelyada çay ve kuru pasta ikram edilince, enerjimiz yerine geldi ve keyifli bir sohbetten sonra yola devam ettik. Yolun tam burdan sonraki kesiminde artık Doğu Anadolu’ya geldiğimizi anlaşılıyordu. Manzara değişiyor, yemyeşil dağlar yavaş yavaş bozkıra dönmeye başlıyor ve genel olarak renkler değişiyordu. Akıncılar civarında bir önceki günün aslında serin olduğunu anladık ve hava alıp serinlemek için kaskımızı aralamak yerine tamamen kapalı tutmanın daha iyi olduğunu fark ettiğimizde termometreler 480C’yi gösteriyordu. Her yer sarı sıcak, asfalt yer yer erimişti. Sıvı ve mineral kaybını tamamlamak için sık sık durmak zorunda kalıyorduk. Yoldaki klimalı arabalar, otobüsler ve kamyonlar haricinde etrafta hiçbir canlı izi yoktu.
Herkes içerilere, serinlere kaçmıştı. Biz ise motor üzerindeydik. Temmuz sıcağında Doğu Anadolu’da olduğumuzu iliklerimize kadar hissettikten sonra Erzincan’a vardık. Dağların ortasında dümdüz bir ovada kurulan Erzincan, yakın zamanda en az iki büyük deprem geçirdiği için her seferinde silbaştan kurulmuş, çok düzenli ve temiz bir şehir görünümünde idi. Geniş bulvarlar, birbirini dik kesen sokaklar bu medeni şehri düzenli ve daha da güzel hale getiriyordu. Yan çantalarımızı alelacele öğretmenevine atıp, hayatımızın en hızlı duşunu aldıktan sonra kendimizi şehrin 20 km güneydoğusundaki Çağlayan’a attık. Dağlardan akan buz gibi suların bizleri de serinlettiği Çağlar Restaurant’ın nefis spesiyali ızgara tavuklarımızı yedikten sonra bir sonraki güne hazırlanmak üzere öğretmenevine geri döndük.
3. Gün; 01 Ağustos 2015 Erzincan – Artvin / 1671 km.
Ağustos’un ilk gününde hedefimiz Artvin’e varmaktı. Bunun için Gümüşhane; çok güzel yapılmış ve yapılmakta olan kısa kısa tüneller ve yollar üzerinden, 2.032 metre irtifadaki Zigana Tüneli’ne ulaştık. 1.702 metrelik meşhur tüneli geçtik. Tünelin Gümüşhane tarafı Doğu Anadolu, Trabzon tarafı ise Karadeniz Bölgesi. 1.702 metre içinde hava, bitki örtüsü, bulut, gökyüzünün rengi değişiyordu. Bir tarafında kuru sıcaktan kavrulurken, diğer tarafında nemli yayla havası ve hatta duvar gibi sisin içerisine girebileceğiniz ilginç bir yerdi burası. Adının Rumca anlamı gibi, bölgeler arasında iklimler arasında tam bir ‘geçit’ Zigana. Bundan sonra, hiç oyalanmadan, kendimizi Karadeniz sahil yoluna atıp, sevimsiz ve sıkıcı bir otoban sürüşünden sonra Hopa’ya vardık.Buradan sonra artık daha içerilere girecektik. Tek şeritten oluşan 37,5 km’lik Hopa – Borçka yolu yağmur, yoğun sis ve sabırsız sürücülerle birleşince, neredeyse 1.700 km’lik yolculuğumuz boyunca bizi en çok zorlayan kesim oldu.
Maceralı ama iyi yönetilen bir yolculuktan sonra Borçka’ya vardığımızda, Çoruh Nehri üzerinde kurulu devasa Borçka Barajı’nı ve baraj gölünü gördük. Zihinlerimizde çok farklı şekillenen Çoruh Nehri’ni, bu devasa barajlarla dizginlemeye çalışmışız. Başarmış mıyız tam bilemiyorum, çünkü burada insanın büyüklük, yükseklik, genişlik gibi ölçüleri tamamen değişiyor; barajlar bize büyük görünüyor ama Çoruh Nehri’nin yanında gerçekten büyük mü? Artvin’e vardığımızda gece olmuştu. Bu yüzden, kalmayı planladığımız Kafkasör Yaylası’na çıkışımız bize Yüzüklerin Efendisi’nin hayal ülkesinin dimdik dağlarına çıkıyormuşuz hissi uyandırdı. Hiç durmadan, döne döne sonsuza kadar yükseldik sanki ve tırmanışımız bitmedi. En sonunda Koliva Hotel’e vardık. Gün ışıdığında, tımandığımız noktanın nerede olduğunu farkedince bir kez daha anladık, buralara ölçülerin gerçekten daha büyük, daha yüksek, daha geniş, açıların da daha dik olduğunu…
4. Gün; 02 Ağustos 2015 Artvin – Karagöl / 1.784 km
Uzun bir kahvaltıdan sonra, bir önceki gece döne döne tırmandığımız Kafkasör yolunu, büyük viteste, ağırlık arkada, keyif keyif indik. Dünyanın en büyük Atatürk heykelini ziyaret edip, Artvin’de biraz vakit geçirerek Şavşat üzerinden Karagöl’e doğru yola çıktık. Şavşat yolu, doğrudan dağların içine dalıyor. Virajlı yollarda tatlı bir tempo tutturup Şavşat’a kadar geldik. Burada hiç durmayıp asıl sürüşün başladığı Karagöl yoluna girdik. Bu arada hafiften yağmur atıyordu. Biz ilerledikçe, köy yollarında derinlere girdikçe yağmur daha da şiddetleniyordu ve en sonunda fırtınanın gözünü bulduk.
Görüşü kısıtlayacak kadar yoğun yağışın altında en az yarım saat devam ettikten sonra vardık. Karagöl’de kalınabilecek tek tesisi işleten İdris’i gördüğümüzde ilk işimiz, Ağustos’un ikinci gününde şömineyi yakıp, ıslanan giyeceklerimizi kurutmak oldu. Yağmur biz vardıktan sonra durdu! Sonra keyifli bir yorgunluk çayı, sohbet ve fotoğraf çekimleri… Tam bunun üzerine İstanbul’dan beklediğimiz diğer Yamaha grubunun varışı coşkumuzu arttırdı. Ardından beraberce yenilen yemek ve ertesi gün yapılabilecekler konusunda tartıştık. Ben, Koray ve Orçun, Şavşat – Ardahan yolunda Çam Geçidi’ne gitmeye karar verdik. Bu arada İdris bize ara yolları tarif etti.
5. Gün; 03 Ağustos 2015 Karagöl – Çam Geçidi – Şavşat – Camili Yolu – Rize / 2.132 km
Artık gezmeye başlıyorduk. Sabah erken uyanan tek ben değildim: Koray, Ömer ve Orçun da ayakta; sabah sporunu yaptıktan sonra, yağmur sonrasında enfes görüntüler veren gölün etrafında bir yürüyüş yapıp, nefis fotoğraflar çektik ve İdris’in tarif ettiği köy yollarından gitmeye karar verdik. Yağmurdan sonra yer ve gök temizlenmiş: ağaçlar daha yeşil, yollar pırıl pırıl, gökyüzü açık, sıcaklık ideal; tam motor havası! Karagöl Milli Parkı’ndan çıkar çıkmaz, toprak yollara girdik, ayakta sürmenin ‘uçmak gibi’ duygusunu tekrar tekrar tadıyorduk. Yön duygumuzu ve içgüdülerimizi kullanarak GPS’in gösteremeyeceği kadar ince ara yollardan ilerledik; bir kaç kez tereddüt edip, bir kaç kere de yanlış yola girdikten sonra anayolu bulup Ardahan’a doğru, Laşet Otel’in önünden tırmanmaya başladık.
Kıvrımlı ve uzakları seven ‘harbi’ motorcuların mutlaka geçmesi gereken bir yol burası. Tırmanışımız 2.470 metreye kadar sürdü; bu en yüksek noktaya geldiğimizde aslında alışık olduğumuz gibi zirveye varmamıştık; önümüz plato, arkamız vadi idi. Yol Ardahan’a kadar aynı platoda yaklaşık 30 km devam ediyordu. Bu sebeple, biz Çam Geçidi’ni görüp geri döndük. Dönüp vadiden inerken de, az önce tırmandığımız tatlı kıvrımların nefes kesici fotoğraflarını çektik. Şavşat’ta grubumuzun geri kalanı ile buluşup Artvin’e doğru dönüşe geçtik. Bir gün önce geldiğimiz yolu, tatlı bir yorgunlukla aldık. Artvin’e vardıktan sonra, artık sabırsızlık sınırını aşmış, kendini cengaver sanan sürücülere yol vererek Borçka’ya doğru devam ettik. Grubun çoğunluğu bu noktada Rize’ye doğru devam etti. Ben, Koray ve Orçun, bu sefer Koray’ın artçısı Aydan’ın da katılımıyla Camili’ye doğru devam ettik.
Başta çok güzel başlayan yolculuğumuz, bulut sınırına yaklaştıkça zorlaşmaya başladı. Yol hala güzeldi ama biz birşey göremiyorduk. Sis yukarılara çıktıkça kalınlaşıyor, görüş kısıtlandıkça birbirimize yaklaşıyorduk. En sonunda az önümdeki Orçun’un stop farını görememeye başlayınca durmaya karar verdik. GPS okuması, rakımı 1.750 metre gösteriyordu. Motorları stop edince, sadece huzur verici bir sessizlik ve her şeyi örten bir sis vardı. Az ötesini görmek, hatta duymak imkansızdı. Tam bu sırada Orçun bir su sesi duydu ve küçük bir şelale keşfettik. Başımızı hafif çevirince de Ağustos ayının 3. gününde büyük bir kar kütlesi ile karşılaştık. Manzara inanılmazdı. İlerlemek imkansız olduğu için bu noktadan geri dönüp Rize’ye doğru yola koyulduk.
6. Gün; 04 Ağustos 2015; Rize – Ayder Yaylası – Galer Düzü – Kavrun – Rize / 2.363 km
Turistik gezi günü; Ayder çevresini gezip rahat bir gün geçireceğiz! En az 12 motorluk büyük bir grup halinde yola çıktık. Önceki iki günle karşılaştırdığımızda otoban üzerinden Ardeşen’e varıp oradan da Ayder’e çıkmak Pazar gezintisi gibi geldi bize. İnsan ve bina kalabalığının ortasında biraz çay içip sohbet ettikten sonra, hareket ihtiyacı duyduk. Önce birer ikişer tek kişilik serbest teleferikle vadinin karşı kıyısına gidip geldik. Eğlenceli oldu. Sonra bir grup Galer Düzü’ne devam etmek istedi; bunların bir kısmı orada keyif yapmayı tercih ederken, daha küçük bir grup olarak Kavrun Yaylası’na çıkmaya karar verdi. Yolun ilk kısmı ormanın içinden. Hafif çamur ve oldukça kaygan.
Problemsiz bir şekilde ormanı geçtikten sonra, tozlu toprak yolda tırmanmaya başladık. Yaylaya varmadan önce adı ‘Yeşil’ kendi beton yol karşıladı bizi. 2.300 metre rakımda, inşaat yapan makinelerin arasından geçip Kavrun’a vardığımızda beklediğimizden fazla bir kalabalıkla karşılaştık; nedeni açık: Rizeli doğaseverler ‘Yeşil’ Yol’un yapılmasının buraların bakir doğasına çok zarar vereceğini söylemeye gelmişler(kendilerini dinleyenlere). Çay içip sohbet ettikten sonra tam kalkmaya hazırlanıyorduk ki, Karadeniz’in havası bizi şaşırtmadı ve iri damlalı sağanak yağmur bizi birer çay daha içmek zorunda bıraktı; birincisi dinip, tam kalkarken, ikinci sağanak ve ardından yağan dolu!
Küçük Kavrun maceramızı daha da eğlenceli hale gelmişti. Doludan sonra yağmurluklarımızı giyip artık daha fazla beklememeye karar verdik ve aşağıya doğru yola koyulduk. Ancak yağan yağmur ve dolunun etkisiyle, tırmanırken gayet iyi tutunduğumuz stabilize yolun bazı kesimleri oldukça kaygan hale gelmişti. Bu noktada 300 kiloya yakın ezici ağırlıkları ile altımızdaki makinalara güvendik; demir atlarımızın hiçbiri güveni boşa çıkarmadı. Ufak tefek kaymalara rağmen rahat bir şekilde Galer Düzü’nde bizi öğle yemeği için bekleyen arkadaşlarımızın yanına vardık. Turistik mekanlarda geçirdiğimiz günün ardından Rize’deki otelimize döndük.
7. Gün; 05 Ağustos 2015 / Rize – Of – Uzungöl – Karaçam – Soğanlı Geçidi – Bayburt – Gümüşhane – Zigana dağı geçidi – Kürtün – Tirebolu / 2.774 km
Büyük gün! Herşey emprovize başladı; bir grup Sümela Manastırı’nı görmek istedi. Ben, Koray, Aydan ve Orçun, restorasyonun başarısını evvelce gördüğümüz için Uzungöl tecrübesi yaşamak istedik. Kahvaltıdan sonra yavaş bir tempo ile önce Of’a, durmadan da Uzungöl’e çıktık. Burada güzel bir mekanda hoş bir sohbet, birkaç bardak çaydan sonra, ne yapacağımızı, hangi yoldan gideceğimizi konuşmaya başladık. Bundan sonraki durağımız olan Tirebolu’ya otobandan gitmek istemiyorsak iki alternatifimiz vardı: Ya Uzungöl’ün arkasından, volkanik göller üzerinden veya karayollarının mavi tabelası ile gösterdiği Çaykara’dan sonra Uzungöl yol ayrımından Bayburt’a doğru giden 62 km’lik parkur üzerinden. Biz ikincisini seçtik. Tam yola koyulurken, grubumuzdaki diğer arkadaşlarımıza rastladık ki, onlar da aynı kararı vermişlerdi.
Koray, artçısı Aydan, Orçun ve ben, toplam 3 motor olmak üzere diğer grubun arkasından yola koyulmuştuk. Önce asfalt bitti. Sonra genişçe olan stabilize yol tek şeride düştü ve Karaçam kasabasına varana kadar da ancak tek arabanın geçebileceği genişlikte devam etti. Ancak, hava çok güzeldi ve doğa bize eşsiz manzaralar sunuyordu. Derinlerine girmekte olduğumuz vadide ilerlerken her virajda yükseliyor, karşılaştığımız her manzarayı fotoğraflamak istiyorduk. Artık neredeyse fotoğraf çekmekten ilerleyemeyeceğimizi düşünmeye başlamıştık ki tam yolun üstünde bir şelale ile karşılaştık: üstelik su çok yukarılardan geliyor ve toplam üç kat halinde yolun üzerinde doğal bir havuza dökülüyor, oradan da yolun altından bir dere olarak devam ediyordu. Su pırıl pırıl ve içilebilecek nitelikteydi.
130 metre rakımda ve GPS’in Bayburt’a 55 km gösterdiği bu noktada bir süre geçirdikten sonra tekrar yola koyulduk. Artık vadinin tamamen içlerine girmeye başlamıştık. Stabilize yol artık çok arkamızda kalmıştı ve vadinin doğu tarafındaki sarp dağın yamacı kesilip öylece bırakılmış, küçük taş ve kayalarla dolu tozlu yolun üzerinde ilerliyorduk. Döne döne yükseliyor, yol yükseldikçe çetinleşiyor ama bir o kadar da güzelleşiyordu. Batı tarafımız hep uçurumdu ve eğimden dolayı aşağıdaki ağaçların sadece tepelerini görüyorduk. Bazen kayanın içine oyulmuş bir balkondan geçiyor, çoğu zaman da gevşek zeminde, çok düşük hızda, 180 derece yukarı sağ ve sol dönüşler yapıyorduk. Bu böylece karayollarının terkedilmiş izlenimini veren 1.750 metre rakımdaki istasyonuna kadar sürdü.
Burası aynı zamanda vadinin en üst noktasıydı ve durduğumuz yerden aşağı baktığımızda vadinin bütününü, geldiğimiz yolu, bulutların üstünü; yukarı baktığımızda da vadinin en üst noktasını, artık ağaçların yetişmediği vejetasyon sınırının üstünü görebiliyorduk. Buradan sonra az bir tırmanışımız kaldığını hissetmiştik ki bütün gezinin en güzel molalarından birini bu noktada verdik. Nefes kesiciydi! Moladan sonra, en az 3 kilometre daha tırmanarak 1.950 metreyi geçtik. Biraz daha devam edip, o en son virajı döndükten sonra platoya ulaşınca, içimiz tatlı bir huzur kapladı: yol stabilizeye dönmüş, virajlar bitmiş, vejetasyon sınırının üzerindeki tatlı ve yumuşak tepelerin arasından geçen düz yollarda ayakta, uzunca bir süreden beri ilk kez 30 km/h üzerine çıkmıştık; zincirlerden kurtulup havalanmak gibiydi.
Az sonra, bizden önce yol çıkan grubumuzun diğer üyelerini Soğanlı Geçidi / Rakım: 2330 metre tabelası altında bulduk. Tekrar buluşmamız sırasında, uzun yıllardan beri görüşmemiş arkadaşlar gibiydik. Tebrik ve fotoğraf faslından sonra, diğer grup volkanik göller üzerinden geri dönmeye ve Tirebolu’na otobandan gitmeye karar verdi. Koray, Aydan, Orçun ve ben ise, Zigana Dağı Geçidi’ni ikinci kez geçip, eski yol üzerindeki, Zehir Hüseyin’de yemek yedikten sonra dönmeye karar verdiğimiz için, Gümüşhane üzerinden dönmeye karar verdik.
Yenilen enfes pirzola, köfteden sonra, Zigana Geçidi’nden geri dönüp, Kürtün üzerinden doğrudan Tirebolu’na indiğimiz muhteşem finalle günü noktaladık. Bu yolu gece geçmemize rağmen büyük keyif aldığımızı itiraf etmem lazım. Yollar yeni yapılmış, asfalt kalitesi muhteşem, bol virajlı, çok güzel köy ve kasabalardan geçiyor. Parkur üzerinde 2 km’ye kadar bir dolu tünel var ve bazıları dümdüz. Işıklandırmaları çok iyi. Gece sürüşünde uzun ve düz olanlara girdiğinizde kendinizi Star Wars filminde avcı uçakların kalkış tünelinde zannediyorsunuz. Keyifli. Ancak tünelin sonunda gaz kesmeyi unutmayın, çünkü çoğunlukla tünel biter bitmez virajla karşılaşıyorsunuz.
8. Gün; 06 Ağustos 2015 / Tirebolu – Perşembe – Bolaman – Ünye / 2.945 km
Dinlenme, temizlenme ve keyif günü. Sabah uzun bir kahvaltıdan sonra, suyun bol ve bedava olduğu bu memlekette motorlarımızı yıkadık. Demir atlarımız biraz olsun hafifledi! Öğle yemeğini Ordu’nun çıkışından çok güzel bir restoranda yedikten sonra, Perşembe yarımadasını dönüp, Bolaman üzerinden Ünye’ye vardık. Geçtiğimiz yıllarda yapılan ve genişletilen yol yarımadanın çevresini dolaşıyor, hem manzara hem de sürüş açısından çok güzel bir rota sunuyordu. O tarafa gidenlere tavsiye olunur.
9. Gün; 07 Ağustos 2015 Ünye – Samsun – Sinop – Boyabat – Sinop / 3.384 km
Dönüşe başladık. Artık dönüş rotasına başlamıştık. Ünye’den çıktıktan sonra, ilk önemli durağımız Samsun Bandırma vapuru. Ömer Bey’in hatırlattığı bu ziyareti iyi ki yaptık. Gemiyi gezip de etkilenmeyen yok gibi; gerçekten de hem gemi reprodüksiyonu, hem müze, hem de çevresi çok güzel yapılmış. Fakat sıcak bizi burada tekrar buldu ve fazla oyalanmadan pidelerimizi yiyeceğimiz Bafra’ya doğru yola koyulduk. Yemekten sonra, rahat bir yolculukla vakitlice Sinop’a vardık. Yolun son kesimleri deniz kıyısından devam ediyor; rüzgar, sağ tarafta denizin dalgaları, sol tarafta ormanlar bize keyifli anlar yaşatıyor. Fakat Koray, Orçun ve ben bununla yetinmediğimiz için, bir de Boyabat’a kadar çıkıp, akşam yemeğinden önce Sinop’a varmayı başardık. Sinop’un, geçerken kalınacak bir yer olmadığını bir kez daha anladık. Bu güzel şehre, özel olarak gelmek ve 2-3 gün geçirmek lazım. İstenirse güzel bir motor parkuru, istenirse uçakla; ilgilenenlere duyurulur.
10. Gün; 08 Ağustos 2015 Sinop – Ayancık – Daday – Araç – Safranbolu / 3.732 km
Kıvrımlı yollardan ve Karadeniz’in bize sunduğu doğal güzelliklerden ayrılmak istemiyorduk. Bu yüzden öncelikle artçıların rızasını alarak, rotamızı Ayancık – İnebolu – Küre üzerinden Safranbolu’ya çevirdik. Ayancık’a kadar herşey çok çok güzeldi; virajlardan yorulan artçılarımız bile büyük keyif almaya başlamıştı ki, kötü sürprizle karşılaştık: Ayancık’tan sonra en az İnebolu’ya kadar yol inşaatına başlanmış ve her taraf toz duman! Rotamızı hemen güneye çevirdik ve dağ yollarından anayola inip, Taşköprü, Kastamonu üzerinden at çiftlikleri ile ünlü Daday’a, oradan da Araç yolu ile Safranbolu’ya vardık. Batı Karadeniz, güzelliklerini esirgemeden bize sunmaya devam ediyordu.
11. Gün; 09 Ağustos 2015 / Safranbolu – Yeniçağa – İstanbul / 4.152 km
Son gün. Buruk geçen bu son günü de keyifli kılmaya çalıştık ama İstanbul’a yaklaştıkça doğal güzelliklerin yavaş yavaş cılızlaşmaya başlaması, trafiğin derece derece bayram trafiğine benzemesi, bizlere kendimizi başka dünyadan gelen ziyaretçiler gibi hissettirdi. Oysa ki burası bizim dünyamızdı ve biz de bunun bir parçasıydık. Bir sonraki seyahate kadar ‘sivil’ yaşamlarımıza döndük.