Yazar: Pervin Ozulu
Hayatıma yeni tecrübeler katan ve
şekillendiren verimli bir gezi oldu.
Mart ayı idi, hafta içi hava hep güneşli geçti, sürekli masmavi bir gökyüzü vardı. Fakat bu güzel havanın tadını çıkartıp güzel fotoğraflar çekemediğim için dertlenip durdum. Cuma günü gökyüzü öyle güzeldi ki, fotoğraf çekmek için idealdi. Cumartesiyi deliler gibi sabırsızlıkla bekledim, beklentilerim çok yüksekti. Aslında hayat akışında en çok bizi üzen şey kendi beklentilerimizdir. Beklentiler çok yüksek ise gerçekleşmeme olasılığı da yüksektir ve bir şey istediğimiz gibi olmadığında daha da çok mutsuz oluruz. Halbuki beklenti ne kadar az ise o kadar çok daha mutlu olabiliriz, ters mantık ama işe yarıyor, oyun gibi bir şey.
Cumartesi için muhteşem güneşli bir gün tahmin ediyordum, hafta içi 5 gün boyu pırıl pırıl parlayan güneşin ardından Cumartesi güneşin olmama ihtimaline kesinlikle olanak vermedim. Ama ne yazık ki hava konusunda beklediğimi alamadığım gibi fena bir ara mevsim oyununa da geldim. Cumartesi hava kapalıydı, gökyüzü komple gri idi, kasvetli ve karanlık bir gün başlamıştı. Hiç beklentime uymuyordu bu durum, toparlanıp yola çıkıncaya kadar da güneşten eser yoktu. Her şeye rağmen termosuma sıcak suyumu ve kahvemi yanıma alıp yola çıktım. Daha doğrusu “hayatı yaşamak” için yola çıktım. Bizler gezginiz, hava ne olursa olsun yola devam ederiz. Hava soğuktu, termal içlik ve beni soğuktan koruyan kıyafetlerimi giydim. Saçma ümitlerimle hava açar ve sıcak olur diye yedek normal bir tişört çantaya koydum. O gün motoruma ilk defa eski yan çantalarımı taktım, çok hoşuma gitti bu yeni hali. Terlik gibi bir sürü eşyamı da ferah ferah yerleştirebildim. O kadar çok bagaj yerim olduğu halde yine hepsi doldu. Kadın olunca öyle mi oluyor acaba? Boş yerim yoktu, gerçi hiç bir şey tıka basa değildi artık, ferah ferah yerleştirebildim. Günlük gezilerimde üst baş için ekstra eşya almam normalde, ama çok yer olunca pek çok şey aldım yanıma. Aslında kapkaranlık havanın ısınacak hali de yoktu, zaten soğuk bir Mart ayı idi.
Ancak iyi ki de yanıma yedek giyim almıştım, çünkü dönüş yolumda hiç düşünmediğim bir nedenle kullanmam gerekti. Ülkemiz öyle güzel zenginliklere sahip ki, gezdikçe ve gördükçe daha çok gezmek istiyor insan. Sadece günübirlik bir gezi ile dünyanın en uzun tarihi taş köprüsüne doğru yola çıktım. İstanbul Anadolu tarafından 2.köprüden Edirne otoyolundan gittim. 2. köprüyü geçtikten sonra ilk benzin istasyonu 60 km sonradır. Orada durup benzin aldım, pompacı nedense beni Rizeli sandı, sohbete başladı ve tatsız bir motosiklet tecrübesini anlattı. Bir gün yine böyle bir motosikletin benzini doldururken sürücü onu gezdirme teklifi etmiş ve büyük bir sevinçle kabul etmiş. Ancak çok korkmuş ve asla bir daha motora binmemeye karar vermiş. ”Zaten iki teker gidiyor, bir de tek teker yapmaz mı? Öyle çok korktum ki!” dedi. Motosiklet sürücüsü ne yazık ki, hiç motosiklet tecrübesi olmayan o arkadaşa sırf hava atmak için tek teker yapmış ve sürekli korkutmuş. Bindiğine bin pişman olarak anlattığı bu macerasını dinlerken gerçekten çok üzüldüm. Neden yapılır ki böyle artistlikler, neyin peşindeydi ki bu arkadaş?
Motosiklete hayranlıkla bakan birinin artık korkuyla bahsetmesine neden olmuş. Artçı var ise ve hatta ilk defa biniyorsa sürücünün o sorumluluğu taşıyabilmesi gerek ve onu korkutmamak birinci kural olmalı bence. Korkan artçı sürücüyü de zor duruma sokabilir. Hiç motora binmemiş iş yerimden bir kız arkadaşım (Sanem) motor üzerinde olmayı ve sürüşün nasıl bir şey olduğunu çok merak ettiği için onu bir gün öğlen molamızda artçı olarak motoruma bindirmiştim. Nasıl bir şeydir diye hep merak edermiş, aynı o benzin istasyonundaki genç adam gibi. Kask mont eldiven, kısaca tüm koruma ekipmanı getirdim ona. O giyindikçe yüzünde heyecanın arttığını gördüm. Bana düşen sorumluluk onu korkutmadan güvenli gezdirmek ve güzel bir anı yaşatmaktı. Sürüş esnasında ”Her şey yolunda mı?” deyip kontroller yapmak güven veren bir davranıştır. Motora binmeden önce ona birkaç bilgi verip yola çıktık. Çok heyecanlıydı. Yola çıkınca onun neler hissettiğini daha ilk dakikalarda çok merak ettim ve biraz sonra “Nasılsın? Her şey yolunda mı?” diye sorduğumda aldığım cevap muhteşemdi.Kollarını açıp” Yaşamak buymuş!” dedi. Sevinç tepkisini bu kadar kısa sürede beklememiştim. “Dur, daha on dakika bile olmadı” dedim. Mutluydum, çünkü Sanem tam istediğim keyfi almıştı. Gezinti sonrası değerlendirme yaptık.
Kendi arkadaş çevresinde motora binen arkadaşları olduğu halde bugüne kadar hiç cesaret edememiş. Sürüş öncesinde bile ona çok güven verdiğimi ve sadece o nedenle de motora binmeye cesaret edebildiğini söyledi. Düşündüğünden çok keyif aldığını ve mutlaka tekrar ve daha uzun gezmek istediğini söyledi. Kısacık gezintimiz ile yaşadığımız güzelliklerle gurur duydum. Ne yazık ki o benzin istasyonundaki görevli tam tersini yaşamıştı ve “Ömrümün sonuna kadar kimse beni bir daha motor üzerine bindiremez” dedi. Bundan sonraki benzin istasyonu tam 60 km daha ileride idi. Gittiğim istikametin havası kararmaya, daha da soğumaya ve üstelik sert rüzgar esmeye başlamıştı. Otoyolundan devam ettim ve Lüleburgaz’ı geçip Babaeski çıkışından çıktım. Havsa’ya geldiğimde oranın çıkışında bir Pertol Ofisi vardı ve benzin almak için durdum. Plakamın vidası gevşemişti ve topcase’e kaldırdım, bu gün kimse 37 nolu plaka kodun neresi olduğunu soramayacaktı ve sohbetler plakadan dolayı açılamayacak diye düşündüm ama çok yanılmışım.
Bu sefer plakayı göremeyince plaka niye yok ve nereden geldiğim tam bir merak konusu oldu. Havsa’da benzin aldığım istasyonda nereden geliyorum diye İngilizce bile soru soran oldu. Her yeri çantalı tek bir motor, uzun yoldan gelen gezgin ve toz içinde bir kadın şehirler arası köy yollarında ve plaka da olmayınca merak etmek ve ”Kimdir bu?” sorunun olması tabii ki çok normal. 3 – 4 amca yan yana duruyordu, resmen tek şerit haline bir sırada duruyorlardı ve birisi sözcü seçilmiş gibiydi. Plaka da olmayınca kesin bu yabancıdır deyip gayet normal olarak İngilizce soralım demişlerdir aralarında, ekip çalışması olmuş gibi geldi bana. Merakla çat pat İngilizce bilen birisi sordu:”From where are you?” “İstanbul’dan geliyorum” diye pat diye Türkçe cevap verince karmakarışık bir ortam oluverdi. Çünkü soruyu soran amcalar İngilizce cevaba öyle odaklanmışlardı ki, Türkçeyi kavrayamadılar ilk ada, birbirlerine bakıp durdular. Bu şaşkınlık anlarına bayılıyorum. Türkçe moda geçtiklerinde konu birinin geçirdiği kaza oldu. Kaza bile değilmiş, “Gençken sadece 30 km hız ile düştüm” diye anlattı birisi. Köprücük kemiğini kırmış ve aylarca süren tedavi ile zar zor iyileşmiş. Motora binmeye tövbe etmiş ve hiç bir daha binmemiş.
Ama hatasını da itiraf etti, “Hiçbir koruma kıyafeti giymemiştim.” dedi. “Sizin gibi güvenli giyinmiş olsaydım, düştüğümde hiçbir şeyim olmazdı, sadece 30 km hızım vardı.” dedi. Yola devam ettiğimde acıkma sinyalleri geliyordu, hatta yolumu değiştirip Edirne’ye mi gitsem ve orada ciğer mi yesem gibi fena fikirler dolandı düşüncelerimde. Ancak o taş köprüyü görmeye geldim, midemin sinyalleri ile planımın bozulmasına izin vermemeliydim. Uzunköprü ‘nün köftesi çok meşhurdur, fakat canım feci şekilde ciğer çekmeye başlamıştı. Dünyanın en uzun taş köprüsü olarak bilinen bu önemli tarihi yapıt Edirne’nin Uzunköprü ilçesinde Ergene Nehri üzerinde bulunuyor. Fatih Sultan Mehmet devrinde 1452’de yaptırılmış. Tam 1.392 metre uzunluğunda, 6.80 metre genişliğinde ve 174 kemeri var. Birçok gezginin uğrak yeridir Taş Köprü. Uzunköprü istikametine devam ettim, hedefe kitlendim ve heyecanım artmaya başladı. Ancak hava iyice bozdu, rüzgar şiddetlendi fırtınaya dönüştü. Hedefe yaklaşıyordum, heyecanım arttığı gibi, varış seremoni duygularımı daha uzun yaşamak için yavaş sürmeye başladım. Ulaşmak istiyorum, ama hızlı olmasın. Oraya gitmek istiyorum, ama ilerlemek de istemiyorum. Normal olmadığımı söylemiş miydim hiç?
Yol ayrıma geldim, düz devam edince Keşan istikametine devam ettiği için köprüye varan yoldan, sağdan şehir merkezine saptım. Köprünün paralelinde yenisi de var, tarihi köprüye gitmek için tekrar sağa sapan yola girdim, yaklaştığımı hissediyordum. Hasretlik bitmiş gibi tuhaf bir sevinç yaşamaya başladım, uzaktan köprüyü görmeye başladığımda “İşte geldim, buradayım” deyip durdum. Evet, oradaydım, gelmiştim. Dünyanın en uzun tarihi taş köprüsüne bakıyordum. Tarihe önem verdiğim için çok etkilendim, öylece bakakaldım. Kaç yüzyıldır dimdik ayakta ve hala kullanılmaktaydı. Eskiden çok önemli bir konuma sahip olduğundan onu görmek beni çok duygulandırdı. Yaklaşınca kurbağa sesleri dikkatimi çekti, sazlıklardan belki milyonlarca kurbağanın koro sesi geliyordu. Motoru tam köprünün yanına çektim. Kuvvetli akan Ergene Nehri’nin görüntüsü ve sevincim şiddetli fırtınayı unutturdu. Hemen tripotu çıkarttım, self çekimler ve video çekimler için hazırlıklarıma başladım. Bu çekim işlerimi bir bitireyim kahve keyfim sıradaydı. Nedir ki benim bu hallerim, inanın ben de bilmiyorum. Çölden çıkmış ve su içmeden yaşayamam der gibi, motor ile güzel yerleri gezip fotoğraf çekmeden yaşayamam demek ile aynı şey benim için. Neden niçin sorgulamıyorum hiç. Nehrin içine düşen kırılmış kaya parçaların üzerine tırmanıp manzarayı seyrettim, videolar da çektim. Sonra Taş Köprü’nün yanında kahve keyfimi yaptım.
Bagajımdan termosumu çıkarttım, kahvemi ve porselen fincanımı. Bagaj yerim çok olunca artık porselen fincan taşımaya başladım, abarttığımın farkındayım ama geri dönüşüm yok artık. Motorumun yanında kahvemi hazırlayıp fırtına eşliğinde gezimin en zirve anlarımın tadını çıkarttım. Köprü trafiğe açık ve toparlanıp üzerinden geçtim, ama yavaş yavaş… 360 derece baykuş olsaydım da o şekilde her tarafımı izleyebilseydim. Müthiş keyif aldım, tarihe dokunmak gibi bir şeydi. Karşıya vardığımda önemli bir eser gördüm; Özgürlük Anıtı. Gökyüzündeki bulut oyunu ile anıtın çok güzel fotoğraflarını yakaladım. Ancak artık iyice acıktığım için köfte mi ciğer mi karar verip yemek yemeliydim. Tabii ki köfte yemem lazımdı da, ciğer yesem çok mu ayıp olur? Meşhur Damla Ciğercisi çarşıya ve meydana giden yoldan devam edince sol tarafta köşesinde bir kuyumcu olan minik bir ara sokaktadır. Motoru görebileceğim şekilde park ettim ve kendimi cam kenarındaki ilk masaya attım. Ciğerciyi aslında hemen bulamamıştım, tarihi Telli Çeşme’nin olduğu meydana kadar gelmiştim, meşhur Muradiye Camii de burada, az ileride sağdan Kent Müzesi’ne gidiliyor. Ciğerciyi geçmiştim ve o meydanda bir amcaya sordum. Yolu tarif etmek yerine göstermek istedi “Beni takip et kızım, çok yakın zaten “dedi. O meydandaki çeşmenin karşısında banklarda oturan bir sürü amcalar daha vardı, sonra tekrar şehri gezip fotoğraf çekmek için tekrar aynı meydana geldiğimde amcalar bana seslendi. “Herkes burada birbirini tanır, sen nereden geliyorsun” dediler.
Benim yüzümden kimim olduğum üzerine iddiaya girmişler, yabancı mıyım değil miyim iddiası, plakam da yoktu ya hani, ondan dolayı… Ciğercideyken motor dışarda ben içeride masada yemeğimi beklerken biri geldi motorun başına, adeta plakayı bulmak için ciddi çaba harcadı, arkasını komple inceleyip durdu. Benim onu gördüğümün farkında değildi. Gitti sonra, ama biraz sonra tekrar geldi. Merak işte, başka bir şey değil. Kafaya takmış sanırım, o plakayı bulacaktı. Ciğerim gelinceye kadar bana da onu seyretmek iş olmuştu. Yemeğim çok lezzetliydi, kurutulmuş minik biber vardı, acıydı ve sırf ciğerin tadına doyamadığım için bir porsiyon daha söylemeyi hayal ettim. Üzerine içilen bir çaydan sonra yürüyerek gittiğim kent müzesini, çeşmeyi ve camiyi gezdim. Hepsi birbirine çok yakın. Kiliseye de gittim, ama içini görmek için önceden randevu almak gerekiyormuş, kapalıydı. Şehir içindeyken hava çok güneşliydi, tüm yolculuk boyu esen şiddetli fırtına ve soğuk yüzünden güneşe aldanıp üzerimdekileri çıkarmadım. Zaten çok durmadan yoluma devam edecektim. Ancak sanırım düşündüğümden çok gezdim ve güneş çok sıcak olmuştu, çok terlediğimi bile fark edemedim. Gezinirken tesadüfen eski ama güzel ve beyaza boyanmış köy evlerine gözüm takıldı. 80 yaşlarında bir çiftçi yürüyordu orada ve bana doğru geldi.
Belki iyi duymaz diye “Nasılsın amca?” diye yüksek sesle sordum ama amcanın durumu gayet iyiydi. Hatta öyle kültürlü, akıllı ve öyle harikulade konuşması vardı ki, ayaküstü en az yarım saat konuştuk. Efendiliğine, hala sahip olduğu yaşam enerjisine ve güleç yüzlülüğüne hayran kaldım. Zengin yüreği vardı. Sohbet ederken pantolonu dikkatimi çekti, kot pantolonu belki yüz defa yırtılıp dikilmiş. Moda uğruna böyle yırtılmış kot pantolonlar için tonlarca para ödenir. Dünyanın komik trajik hallerinden biriydi sanırım. Dönüş yolum Keşan üzerinden dümdüz İstanbul olacaktı. Ancak tekrar Taş Köprü’den geri gidip Meriç tabelasını görünce yol kenarında durdum. Yol ve manzaranın çekim gücü hissettim, beni mıknatıs gibi çekti ve Keşan istikameti yerine Meriç yoluna saptım. Etrafım komple tarlalarla çevriliydi ve dümdüz sonsuz bir doğanın içindeydim. Yolun kilometrelerce ilerisini görüyordum, sanki kuş bakışı tüm çevreye bakar gibi, her şey elimin altındaydı. Müthişti, iyi ki sapmıştım bu yola. Biraz sonra nereye gittiğimi merak edip durup haritamı açtım. Fena macera ruhu ve bilinmeyen duygularıyla keyiften gözlerim dönüyordu, karnımda ufak korku hisleri yaşıyordum. Çok fazla tenhaydı, yalnızdım kimse yoktu, bambaşka bir boyuta girmiştim artık. Ben artık ben değildim, dövüşe susamış saldırmaya hazır bir macera saldırganı gibiydim.
Acil tedaviye ihtiyacı var diyenler mutlaka oluyordur da ben halimden çok memnunum. İlacı da sadece yola devam etmektir. Haritayı açıp inceleme yaptım. Yolum hem güzel olsun ama aynı anda da bir şekilde evime dönüşü de katmalıydım. Günler kısa ve soğuktu hala. Gittiğim yol tam ülke sınırından paralel devam ediyordu. Komşumuz Yunanistan’ın tam yanında sürdüm. Meriç – Küplü – İpsala yollarından geçtim, istikamet süperdi. Meriç’e giden yol ne kadar düzgündü, ama Meriç’e vardığımda yollar çok bozuldu. Delikler, yarıklar, inşaat, toz toprak, taşlar, çukurlar… Orada yaşayanlara üzüldüm. Meğer bu daha bir şey değilmiş, sonra Küplü’ye vardığımda esas harap yolları ve unutulmuşluğu gördüm, içim acıdı. İpsala’ya giden yol kapatılmıştı, yol inşaat alanıydı, geçit yoktu. O nedenle başka bir ara yola saptım, ancak daha iyi bir yol bulamayacağımı da biliyordum. Karnımdaki tedirginlik beni haklı çıkarttı, daha iyi bir yol yoktu, daha da kötüydü. Ön inceleme için yolda durmak zorunda kaldım, yolun devamı tam bir dere gibiydi, çamurlaşmış kaygan bir yol vardı karşımda. Hep traktör geçmiş, derin ıslak şeritler vardı. Hadi bakalım, yola devam deyip gaz verdim. Harika bir final ile Küplü’den sağ salim çıktım. Az sonra yol ortasında iki avuç büyüklüğünde bir kaplumbağa gördüm, onu yol kenara taşımak için durdum, tek elimle kaldırıp yolun ilerisine taşımak istedim ama tek elimle kaldırmadım bu dört ayaklıyı. Ne ağırmış, ne yedin ki sen? İki elimle yüklenip çimlere bıraktım, asfalta vakumlanmış gibiydi. Hudut sınırına yakın paralel sürüş yapmak beni fena duygulandırdı.
Gurbette büyüdüm için bu sınır bölgeleri beni daima çok duygulandırmıştır. Arabayla yaz aylarında ailemle Türkiye’ye gelirdik, bu yolculuklarda çok büyük keyif alırdım. Avusturya’yı geçerken arabanın içinde manzaraları kağıda çizerdim, dağları ve yolları çizerdim, büyü bozulmasın diye sessizce arabada güzellikleri izlerdim. Türkiye sınırına yaklaştıkça heyecanım yükselirdi, vatan sevgimi hissederdim, vatanıma hasretim kalbimde yanardı ve geldiğim için gözlerim dolardı, vatan kokusu gelirdi burnuma. Bu gezimde hududa yakın sürüş yapmak ve komşu ülkenin dağlarını görmek, gurbette yaşadığım hayatı, vatan hasretini ve kavuşma hayallerimi hatırlattı bana. Ne mutlu Türk topraklarında sürüş yapabiliyorum ve kendi topraklarımda yaşıyorum. İpsala’ya bu duygularla gelirken leylekler gördüm, tarlada gezinen ve gökyüzünde süzülen leylekleri de gördüm, nehrin üzerinde kocaman kuğu gibi balıkçı kuşlar gördüm, sürü halindeydiler. Belgeselin tam içindeydim, ancak acı gerçek, bir an önce evime giden yola girmeliydim. Hava anormal soğuk olmuştu. Dehşet üşümeye başlamıştım, hatta hiç bu kadar çok üşüdüğümü bile hatırlamıyorum. Tuhaftır ki, derece olarak da bu kadar çok üşünecek bir derece de yoktu. Sıcak çorba içmek için bir dinlenme tesisinde durdum, neden bu kadar çok üşüdüğümü anlayamadım. Bir çorba kesmedi, ikincisini içtim. Yedek yazlık tişörtümü çıkardım bagajımdan onu da üzerime giyerim dedim.
Ama farkında vardım ki, gündüz o güneşin altında tarihi yapıları gezerken öyle çok terlemiştim ki, bütün termal kıyafetlerim ve neopren motosiklet yeleğim dahi sırılsıklam olmuştu ve üzerimde ıslak giyim ile kaldığım için soğuk havanın yayılmasıyla buz olmuştum. Böyle bir durumu hiç yaşamamıştım daha önce. Sabah kış, öğlen yaz, akşam tekrar kış olunca bunca ısı farkının ve mevsim değişikliğin gazabına uğramışım. Tek kuru o yazlık ve yedek olarak yanıma aldığım tişört giydim. Önüme ve arkama gazete koydum ve sonunda öyle tatlı tatlı ısındım, bu öyle keyifliydi ki anlatamam. Halime güldüm, seviyorum böyle aksilikleri, böyle değişik durumları yaşanınca garip bir keyif alıyorum. Gazeteler eşliğinde İstanbul’a medya gibi vardım ve günün geç saatlerinde evimdeydim. Bu gezide yaşadığım birbirinden farklı duygular, heyecanlar ve tecrübeler öyle güzeldi ki, öyle dolu evime gelmiştim ki sanki gezi hala devam ediyor gibiydi. İçki içildikten sonra da sarhoşluğunuz devam eder ya hani… Bir tiyatrodan veya sinemadan çıkarsınız, çok etkilendiğiniz bir film izlemişsinizdir, film bitmiştir ama hala etkisi altındasınızdır. Tıpkı öyle bir duygu vardı, hala yollarda gibiydim. O soğuk hava ve güneşin batışı, o yoldaki kaplumbağa ve leyleklerin olduğu yerdeydim hala, yüreğim oradaydı. Evime varmış da olsam Meriç yoluna sapmaya karar verdiğim anı yaşıyordum hala, hangi yollardan geçtiğimi görmek için açtığım haritaya hala bakıyor gibi hissediyordum. Taş Köprü’ye yaklaştığımda hissettiğim sevinci yaşıyordum hala, çoktan evime varmış da olsam. Yüzüme vuran soğuk rüzgarı bile hala hissediyordum. Gezilerimizi sadece yollarda yaşamıyoruz, aslında en değerli gezilerimizi ve maceralarımızı yüreğimizde yaşıyoruz.