Yazar: Pervin Ozulu
Abdullah Türk ve Engin Öksüz kardeşlerimizi bir hiç uğruna kaybettik
Hayat aslında sadece bir yolculuktur.Tıpkı bir gezi gibi, bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Dünyaya gözlerimizi açtığımız anda hayat yolculuğuna başlarız. Büyüdüğümüz ev, oyun oynadığımız çocuk parkı, seçtiğimiz arkadaşlar ve hatta oynadığımız oyuncaklar dahi bizi yönlendirir. Benim hem Barbie bebeklerim vardı, hem bir sürü arabalarım, cowboy şapkam, çizmem ve kemeri ile beraber gümüş renginde işlemeli silahlarım vardı.Hala da şapkam ve çizmem vardır. O zamanlar oyuncak bir motosikletim bile vardı, kimse anlam veremezdi. Şimdi hem gerçek motorum, hem de bir sürü maketlerim var. Hepsi cam vitrinde salonumda durur. Çocukken garip bir oyun alanım daha vardı. Nedense oyuncak kutusu gibi gördüğüm babamın o kocaman tamir çantasını çok severdim. Bunu da kimse anlamazdı. İçindekilerle oyun oynamak için babamın izin vereceği anı sabırsızlıkla beklerdim. Kapağını açtığımda içindeki el aletlerini incelemek bana heyecan verirdi. Babam da beni böyle meraklı görünce mutlu oluyordu, ve tek tek neyin nasıl kullanılacağını anlatırdı. Ne zaman o tamir çantası açılsa hazır asker gibi yanında dikilirdim.
Bugün hala aynı merak devam ediyor ve o nedeniyle yapı marketlerine gitmemeye çalışıyorum, çünkü maaşımı yatırabilirim. El aletleri reyonlarında kaybolurum, vidalar, kilitler, tamir eşyaları gibi reyonlarda gezinir dururum. Cilalar, temizleme malzemeleri, fırçalar, boyalar. Her gittiğimde hepsinden almak istiyorum. Çocukluğumda başlamıştı bu meraklarım. Bu çocukluk dönemi hayat yolunun başıdır sadece. Bir kitabın önsüzü gibi. Uzun ve zorlu bir yolculuğun hazırlığı sadece. Çocukluk aslında Babamın da hep dediği gibi herşeyin daha tozpembe olduğu bir dönemdir. Hayaller vardı ve nefesimizin yettiği kadar da hayallerimizin peşinden hala da gideriz. Eğitim dönemi bittiğinde ciddi yol ayırımları başlar. Karşımıza çıkan iş imkanlarından hangisine karar verirsek ona göre hayatın akışı değişir. Tıpkı bir yol ayırımına geldiğimiz gibi, sağdan mı yoksa soldan mı gitsek. Yeni bir karar almak heyecandır, yine yeniden keşfetmek, görmektir ve yaşamaktır. Gezilerimiz de böyle yön kazanır. İlgimizi çeken bir dağ tepesi, yada keşfetmek istediğimiz bir toprak yol, tarih kokan o kahverengi yol levhaları yada karşılaştığımız yeni insanlar yolun devamını belirler. Gezilerimiz bizi şehir stresinden uzaklaştırdıkça doğaya daha yakınlaşırız.
Yollarda ilerledikçe de yaşam sevincimiz büyür, heyecanlarımız katlanır, dünyada yaşanan kötülüklerden çok uzakmışız gibi hissederiz ve insanlara güvenimiz artar. Çocuklaşırız. Ben öyle olurum. Yol aldıkça daha çok doğa ile bütünleşmiş hissederim ve sürekli yeni yollarda sürmek isterim. İnsanlığa inancımız hiç olmadığı kadar zirveye ulaşır ve mutluluğum arttıkça herşey çocukluktaki gibi tozpembe olur. Bu mutluluk yolculuğunda kötü niyetli bir insanı ilk bakışta anlamamız çok zor olabilir, transa geçmiş gibi topraklarımızda musmutlu geziyoruzdur sadece. Ama ne yazık ki hayat kötü, hatta çok kötü. O güzel hayatı kirleten insanlar var. Dünyamız acımasız ve korkunç acılarla dolu. Başımıza kötü şeylerin gelebileceğini hepimiz büyük bir üzüntüyle öğrendik. Tanımadığımız kişilere karşı hepimizin çok daha fazla tedbirli olmaz gerekiyor. Ben GPS, navigasyon sistemlerini kullanmıyorum. Eski usul gezerim, bir haritam vardır sadece. Aşağı yukarı nerelerden gideceğimi yola çıkmadan önce not ederim, o kadar. Ne kadar teknolojiden uzak olursam o kadar doğal ve özgür hissediyorum. Konfor ve kolaylıklardan uzak olmak bana keyif veriyor. Motorculuğun ve doğanın bir parçasıdır bu bence. Zorlukları yaşamak, gereğinde çamurlanmak, ıslanmak hatta üşümek gibi. Herşey bir bütün. Şehirlerarası yolculuklarımda insanlarla diyalogları çok severim ve adres sormak gezime renk katıyor. Çok titiz ve dikkatli olurum bu konuda.
Kalabalık yerlerde uygun birilerine sorarım sadece, özellikle esnaf tercihimdir. Benzin istasyonları ilk tercihimdir. Şehir içinde zaten her yer kalabalık ve yinede soracağım kişiyi iyi incelerim. Bir Taksi durağı, büfe yada kuruyemiş satan kişi olabilir. Geçenlerde Sultanbeyli bölgesindeydim. Yol ayırımı vardı. Sadece emin olmak için, teyid almak için bir esnafa bir yer sormak istedim. Bir sürü insan kalabalığı vardı, ama bir türlü sorabileceğim birini seçemedim. Sonra takım elbiseli biri gözüme denk geldi. Orada duruyordu, sırtı bana dönüktü. Ona sorsam olur herhalde dedim kendi kendime. Çok da önemli değil. İş çıkışı ofisinden evine giden sıradan biri herhalde dedim. Kaskı koluma geçirdim, motoru kilitledim ve anahtarı aldım. “Pardon, size bir adres sorabilirmiyim” dedim. Adam bana döndüğünde karşılaştığım manzaraya hazırlıklı değildim. Öyle birini beklemiyordum. Ceketli, takım elbiseli o adam tıpkı bir eşkiya gibi karşımda duruyordu. Beyaz yakalı gömleğinin düğmelerinin hepsi açıktı. Göğsündeki siyah ve insan eli değmemiş orman manzarasını halat gibi kalın bir altın zincir ile süslemişti. Pala bıyığını anlatmaya hiç gerek duymuyorum. Yine de adresi sordum. Ayıp olur hani diye. Aldığım cevap şu oldu : ”Motorlamısın?” Adam beni korumalı giysilerle görünce uzaylı görmüş gibi garip garip bakıyordu zaten, sanırım şoktaydı, ben de zaten şoktaydım. Herşey karşılıklı. Boşluktan faydalanıp aceleyle uzaklaştım. Önemsiz bir olay da olsa bu, neyle karşılaşacağımızı her zaman kestiremiyoruz işte. Ne kadar dikkatli de olsak her an ve her yerde hiç ummadığımız insanlar karşımıza çıkabilir ve istemediğimiz olayları yaşayabiliyoruz. Bazen önemsemediğimiz ufacık bir olay bile başımıza büyük dert açabilir. Yanlış bir insana güvenmek hatta adres sormak da buna dahil.
Kısa bir süre önce iki gezgin motorcu yanlış insanlar yüzünden çok acı bir felaket yaşadı. Aniden her ikisi ile irtibat kesildi.Hiçbir iz yoktu, ses yoktu, kayıp oldular.En son alınan bilgiye göre birileriyle tanışıp gezilecek yerlere gittikleri oldu. Fakat sonrasında günlerce haber alınamadı. Polis ekip kurarak her yerde arama yaptı, karış karış taradı ve sonunda kimsenin inanmak istemediği hepimizi yıkan o korkunç haber geldi. Şanlıurfa’nın Halfeti İlçesi’nde, motosikletle tura çıkan Abdullah Türk ve Engin Öksüz kardeşlerimiz öldürüldü. Bir hiç uğruna kaybettik. Silah ile vuruldular ve tanınmamaları için yüzleri taş ile ezilmiş halde bulundular. 24 Temmuz da bu acımasız katliam ile sonlanan geziye hepimiz büyük bir acıyla şahit olduk. İçimiz yandı, yüreklerimiz parçalandı. Meğer bu yolculuk onların son gezileriymiş. Tek suçları tanımadıkları insanlara inanmak ve güvenmek oldu. İki muhteşem insanın canice öldürülmesi hepimizi kahretti. Mekanları cennet olsun. Tanıyan ve tanımayan herkes derin üzüntü yaşadı. Kenetlendik, tek yürek ağladık. Başından kurşunlanarak öldürülen Abdullah Türk, memleketi Isparta’nın Sütçüler ilçesi Boğazköy köyünde toprağa verildi.
Kardeşimiz Engin Öksüz’ün cenazesini İstanbul Havaalanında karşılamak için yüzlerce motorcu toplandı. Herkes perişandı. Hele aile yakınlarından hiç bahsetmek istemiyorum. Allah onlara güç ve sabır vesin. Uçak gece indi. Sonu görünmeyen bir konvoyun eşliğinde cenaze morga götürüldü. Motorcu olduğum için gurur duydum, onları tanıyan ve tanımayan herkes tek yürek oldu. Yüzlerce motorcu kenetlendi ve bir oldu. Ölüm ve bu gurur tablosu ağlattı. Ben kendim bu karşılama sürüşüne katılamadım, yüreğime güvenemedim, sürekli ağlıyordum evde. Kabullenemiyordum. Motoru sürebileceğimden emin değildim. Ama son yolculuğuna uğurlarken ben de geldim, dua ettim. Dev bir konvoy ile mezarlığa gittik. Yalnız bırakmadık. Zor bir sürüştü, gözyaşıma her zaman hakim olamıyordum. Onlar sadece birer gezgindi ve tertemiz kalbli birer motorcuydu. Bu ölüm öyle çok içimizi yaktı ki, yüreğimiz durmadan yanmaya devam ediyor. Kendi vatanımızda, gezdiğimiz yollarda bu olmamalıydı. Hayat bu kadar ucuz olmamalı. Bu olayı şiddetle kınıyorum. Kendi vatanımda gezerken güven istiyorum. Bu sevgi dolu iki insanı asla unutmayacağız. Unutturmayacağız. İster motorcu olsun ister olmasın, kayıtsız kalmayan herkesin içi paramparça oldu. Onları anmak için Caddebostan’da tekrar toplandık.
Yakalarımıza ve motorumuza resimlerini tutturduk ve kocaman bir poster asıldı. Medya da geldi yine, cenazede olduğu gibi ve yine röportajlar yapıldı. Sürüşümüz protesto değildi, onları yaşatmak için onları anmak için unutmadığımızı haykırmak için bu sürüşü yaptık. Bizi izleyenler alkışla destek verdi vearaçlar yol kenarında durup dev konvoyumuzun geçişi için yol verdi. Egoz sesleri, motor sesleri, ve yüzlerce motorların korna sesleri ile cadde inledi adeta. Tüyler ürperticiydi. Yine gurur duydum. Bu konvoyun içinde bir çok motorcu birbirini tanımıyordu bile. Yan yana çok yakın mesafede yavaş yavaş sürdük motorlarımızı. Herkes birbiriyle ahenk için sürüş yaptı. Bu topluluk muhteşem. Örnek olsun herkese. Tekrarlamış gibi de olsam, iyiki bir motorcuyum. İyiki bu camianın bir parçasıyım. Biz sadece motor kullanan insanlar değiliz. Koskocaman bir aileyiz biz. Kenetlendik, tek parça adeta tek nefes olduk. Sürüş sonrası sessizce evime doğru gittiğimde hüzünü beraberimde götürdüm. Evime vardığımda yüzümü yıkayıp derin bir nefes aldım. Şahsen Abdullah Türk ve Engin Öksüz kardeşlerimizi de tanımıyorum. Tanımadığım halde bu olay beni çok fazla etkiledi, çok fazla üzüldüm. Ne acıdır ki öldükten sonra onlarla tanıştım.
Cenazeden sonra bu acıyı geride bırakabilmek için öylece yola çıkmıştım. Bayram öncesiydi, yollar korkunç bir izdiham ile kilitlenmişti. 3 şeritlik yollar 4 hatta 5 şerit olmuştu. İstanbul çıkışı kapalıydı, motorla bile bazen geçit yoktu. Hararet yapan, mola veren bir sürü araç kenarda duruyordu. Stres ve gerginlik vardı trafikte. Herkes eğlenmeye giderken bile yollar savaş alanı gibiydi. Böyle bir trafikte motor sürmek, ilerlemeye çalışmak çok tehlikeliydi. Sürücülerinin çoğu gözü dönmüş gibi araçlarını kullanıyordu. Boşluk kapma kavgaları oluyordu. Trafik canavarları yeni kurbanlarını arar gibiydi. Arabaların üzerinde bisikletler, bagajlar bağlanmıştı. Bütün bu strese rağmen herkes bir tatil havasındaydı. Benim ise içim yanıyordu. Etrafım sanki kayıtsız ve umursamaz insanlarla doluydu. Gözlerim doldu. Hayat devam ediyor aslında tabii ki. Yapılacak bir şey yok. Motorculuk sevdam bana inanılmaz bir sabır ve sakinlik verir her zaman ve yine sakin kalmayı başardım. O yüzden bu gergin ortam beni pek etkilemedi.
Soğukkanlıyımdır trafikte. Aniden önümü kesen trafik canavarları yüzünden iki defa son anda kıl payı kaza atlattım. Kargaşanın içinde herkes kendine göre haklı. Hâlbuki herkes birazcık diğerine dikkat etse ve düşünse sorunsuz ve saygılı bir trafik akışı olur. Herkesin tek hedefi bir an evvel haftalar öncesinden gitmeyi planladıkları yazlıklarına ve tatil yerlerine varmaktı. Bazen kibarca selam verip bana yol veren de oluyordu. Hatta camını açıp “Helal olsun” diye seslenen de oldu. Bizi düşünenler yavaş da olsa çoğalıyor. Yine de herşeye rağmen içim yanmaya devam ediyordu. Yolda ilerledikçe acıyı geride bırakamadım. Sanki ikisinin varlığı, motorları da yanımdaydılar. Sanki onlarla birlikte yola çıkmıştım. Bunun muhteşem bir duygu olduğunu fark edince rahatladım. Yüreğim kocaman oldu. Hatta gezilerinin yarım kaldığı yere gitmek ve oradan planladıkları gibi Karadeniz üzerinden geziyi tamamlama arzusu vardı içimde. Öldürüldükleri yere gidip öfkemi haykırmak istedim.
Ama sessizce üzüntümü yollara çiçek serper gibi sürüş yaparak yaşadım. Durmadan sürmek istedim. Manzaralı bir yer gördüğümde gözlerim buğulandı, onlar için sürüyordum artık, onlar için manzaraları seyrettim. Yeni yollardan, bilinmeyene doğru, tenha toprak yollardan gittim. Bir ara mis gibi lavanta kokuları sardı etrafımı. Kaz Dağlarındaydım. Durdum resim çektim. Sessizlik hem ürperticiydi hem muhteşemdi. Çam ağaçları yemyeşil parlıyordu, masmavi bir gökyüzü güne renk katıyordu. Ama toprağa bakınca gözlerim doldu. Karanlık ve soğuk toprak. Mezar başı aklıma geldi.
Hemen motora bindim ve sadece yoluma devam etmek istedim. Göz yaşlarımın arasından yolu bulanık görüyordum. Kabullenemiyordum, böyle olmamalıydı. İsyan etmek ve öfkemi haykırmak istedim, ama üzüntüm beni susturdu. Yol tek tesellim oldu. Rüzgara sarıldım. İyiki bu zor zamanda kendimi yollara vermişim. Bu gezi için İstanbul da yola çıkarken evimden her zamankinden çok farklı ayrıldım. Seyahat öncesi rutinleşmiş kurallarım vardır. Evimi hem kontrol ederim hem tertemiz bırakırım. Birikmiş bulaşık yoktur, silinecek toz dahi yoktur. Gitmeye hazır olduğumda motorumu çalıştırırım, üzerine binerim ve evime son bir bakış atarım. Pencereler kapalı mı, perdeler çekili mi ve her şey olması gerektiği gibi mi diye. Bunlar gezi bittiğinde ve döndüğümde evimi temiz bulmak için değil. Bir yolculuk nasıl geçer bilinmez. Evimi temiz bırakıyorum ki, eğer bir gün dönemezsem geride kalanlarım temiz bulsun diye. Evime geri dönememek düşüncesi sadece rutinleşmiş bir kavramdı benim için. Alışkanlık olmuştu artık. Allahaısmarladık gibi, hatta “ben gidiyorum ben yokken kendine iyi bak” der gibi. Ama bu sefer bu son bakış çok uzun sürdü ve çok farklıydı. Anlam ve hüzün yüklüydü. Öylece baka kaldım. İç çekerek ve üzüntüyle. Evimi bir daha görebilir miyim? “Gidiyorum, gelemeyebilirim” der gibiydim. Bu bir veda bakışıydı. Dönememek sadece bir varsayım değilmiş meğer.
O gün evine dönemeyenler için hüzünle yola çıktım. Onlarla olmayı seçtim.
Abdullah Türk ve Engin Öksüz kardeşlerimizin yukarılardan bir yerlerden bizlere gülümsediğini, bizimle olduklarını yüreklerimizde hissediyoruz….IŞIKLAR İÇİNDE uyuyun…..