Menu
in

Güneşe Doğru Yolculuk

İstanbul hatta tüm Türkiye bu kışı kolay unutmayacak. Fırtınalı ve deniz taşıran sağanak yağışlarla, sellerle ve hortumlarla kışa girdik. Kaç defa kar yağdı, kaç defa okullar tatil edildi, ofisler erken paydos yaptı, sokakta yaşayan insancıklara spor tesislerinde yatak ve yemek verildi, sayısını kaçırdım artık. Ben de elimden geldiğince sokak sokak dolaşıp bulduğum kedi ve köpekleri beslemeye çalıştım…

El birliği ile zor günleri daha kolay atlatılır, ancak çoğu insan kendi dünyasının dışına çıkmıyor artık. Özellikle bir süredir sokaktaki hayvanlar için bu dönemler zor geçiyor. Bir kediye ya da köpeğe mama verirken sanki çok garip bir şey yapıyormuşum gibi buna tuhaf tuhaf bakan insanları görünce üzülüyorum. Sadece aç bir canlıya yardım etmek amaç, hepsi bu! Bir defasında ben bir kediyi beslerken iki kadın kediyi ve beni izlemek için duraklayıp, kendi aralarında fısır fısır konuştuklarını görünce kediyi yalnız bırakamadım ve benim onlara baktığımı fark etmeleri için kadınlara bakışlarımı çevirdim. “Sadece merak ettiğimiz için bakıyoruz.” dediler. Neyi merak ettiler bugün bile hala anlamış değilim. Kedi yemeğini bitirinceye kadar bekledim sonra kedi gitti, kadınlar da gitti ben de yoluma devam ettim ve karda yürümenin tadını çıkarttım.

Kar da yürümeyi seviyorum, o gıcırtı sese bayılıyorum. Koca koca kar taneleri uçuşuyordu ve bembeyaz bir manzara vardı her yerde. Özellikle hiç ayak izi olmayan yerlerde, kendimi karın içine atmaya bayılırım. Bir keresinde belki 20 defa kendimi karın içine atıp durdum. Sonunda kot pantolonum buz tuttu, robocop gibi eve yürümeye çalışırken bir pastanede buldum kendimi. Tezgah üzerinde ne varsa hepsinden istedim. Isınmak için bahaneden bol ne var? Çay kuru kuru gitmezdi sonuçta. Soğuk, buz ve kar bu sene çok uzun sürdü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Soğuk havayı ne kadar da sevsem artık “Güneşi özledim.” demeye başladım. Yaz çocuğuyum zaten, Aslan burcuyum ve güneş enerjisini çok severim. Soğuk ve sert havayı esas Almanya’da yaşadım, senelerce Hamburg’daydım. Orası önemli bir liman kentidir, uzun süren soğuk havaya rağmen “artık yeter” dememişimdir. Fakat bu sene güneşi öylesine çok özledim ki, artık olmayan güneşi görür gibi oluyorum. Motorumu çalıştırdım, “Bugün güneşi bulmaya yola çıkacağım.” dedim. Güneşi nereden en güzel görebilirim düşüncesiyle izci gibi gökyüzünü süzdüm. Benimle saklambaç oynarcasına bulutların arasından arada bir kendini bana gösteriyordu güneş. Onu takip ettim, beni güzel bir manzaraya götürdü. Kısa süre sonra gökyüzünde hiç bulut kalmamıştı, güneş her yerdeydi. Muhteşem bir gündü ve bu mevsimin bir hediyesi gibi her yer ışıl ışıl olmuştu. Ağaçlardaki minik minik çiçekler parlıyordu, yeni yeşeren tarlalarda açık yeşil rengindeki ekinler gözümü kamaştırıyordu. O kadar çok renkler vardı ki çevremde, mutlu bir tip olmuştum birden. Yaylalar, tarlalar, köy evleri ve kocaman bir göl. Ben nerelere geldim ki böyle? Meğer Ömerli Barajı’na gelmişim. Ana yoldan giderken tepeden görünüyordu ve muhteşemdi. Acilen yoldan çıkıp oralara yaklaşmalıydım. Bulunduğum yol inşaat halindeydi ve bir türlü çıkış vermedi. Asfalt yoldan çıkmam lazımdı artık, çatlamak üzereydim, fakat yoldan hiçbir çıkış yoktu. Kadere bak, manzaranın yanından geçmek zorunda kaldım. Göz göre göre, olur mu böyle bir şey? Yol kenarında bir köylü bir şeyler satıyordu, ona sordum. “Amca, ileride baraja giden çıkış var mı?” dedim. “Var var” dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevindim, fakat sevincim pek uzun sürmedi. Var dediği çıkış hiç gelmedi. Bir baktım ki Kurtköy Viaport’dayım. İleriden bir geri dönüş fırsatı yakaladım, mutlaka göle gitmek için bir yol bulmalıydım. Yine aynı ana yoldan geri gidip o baraja yaklaşıyordum, radar gibi tüm bölgeyi taradım, herhangi bir yol ağızı bir çıkış var mı diye. Fakat her yer şu inşaat yüzünden iptal durumdaydı ve yine bir yol çıkışı göremez olunca halime acıdım doğrusu. Yine mi barajın yanından teğet geçecektim? İnanılır gibi değildi. Emirli Köyü giriş levhasını görünce hemen oraya daldım. Nihayet ana yoldan ayrılabilmiştim. Toprak yol ile kavuşmak esas maceranın başladığı andır. Köy yollarına alışkınım ve çok severim. Bu yolda daha yavaş bir sürüş çok keyifli olur, merakla etrafı inceler, derin nefes alırım. Şehir hayatından, beton yığıntılardan çıkıp ve hatta asfalt yoldan ayrılıp doğa ile iç içe olmaya hiç doyamam. Dikkat edilmesi gereken konu; bu tip köy yollarında çok fazlaca başıboş köpeğin olmasıdır. Çoğu sadece bakar, ama bazısının duruşu farklıdır, “ben sadece sana bakanlardan değilim” duruşudur. Yanından geçince havlamaya ve kovalamaya başlayacağını daima hesaba katmak gerek. Normal sakince yaklaşırım, panik yok, sadece yanından geçerken biraz hızlanınca hemen havlamaktan ve takipten vazgeçerler zaten. Bir keresinde ufak bir köpek pantolonumun paçasından yakalamıştı. İlk ufak motorumla gezerken olmuştu bu olay, seneler önce… Hatta sordum köpeğe “Ne olacak şimdi diye, tuttun paçamı da ne olacak şimdi? Ne kadar koşmak istiyorsun bu şekilde benimle?” Çok sevimliydi ve hiç de kıyamam dedim, fakat kesinlikle de duramazdım, çünkü bizi seyreden onun ağır grup üyeleri de vardı etrafımda. Beni bırakması gerekiyordu ve az gazı açınca hemen kendiliğinden bırakıverdi.

 

 

 

 

Önemli olan bence ilk etapta soğukkanlı olabilmek, çünkü panik yapmayınca çabuk düşünüp çabuk karar verebilme yeteneklerimizi kaybetmiyoruz. Panik yaparsak doğru ve çabuk karar vermek çok zorlaşır ve hatta korku oluştuğunda bilinçsiz ve kendimize zarar da verebileceğimiz refleksler ve hareketler yapabiliyoruz. Bu kuralı tüm yaşam tarzımıza taşımak çok faydalı olur aslında. O gün çok köpek vardı yollarda, güneşi gören kendini yollara atmıştı, her yerde güneşlenen kediler ve köpekler gördüm. Her zaman olduğu gibi en az bir tanesi havlayan ve kovalayan modeldendi. İki saniye havlayıp kovaladıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi önceki yatış pozisyonlarına geçiverdi. Görev tamamlanmış gibi yatmaya devam ettiler.

 

 

 

 

Emirli Köyü levhasından girdiğimde ilk olarak kocaman bir meydana gelmiştim, dört farklı yola ayrılıyordu. En sağdakini seçtim, göl kenarına o gider diye tahmin ettim ve sonunda zafer benimdi. Kısa mesafede hemen göle varmıştım. Çıkmaz yoldu, tam göl kenarında son buldu. Bir inek sürüsü ve birbirinden tatlı iki sevimli eşek otlanıyordu etrafta. Fotoğraf çekmeden dönemezdim. Sonra o ilk kocaman meydana geri döndüm. Diğer üç yolu merak ettim, bakalım onlar hangi harikalara götürecek beni diye ikinci yola girdim. Ancak biraz sonra önceki yol ile birleşti ve dolayısıyla aynı meydana geri dönmüş oldum. Durdum, geri kalan iki yol arasında seçim yaptım. Bu sefer tam zıt istikamette olan karşımdaki yola girdim. Bu arada o meydanda ilk geldiğim andan beri bir adam duruyordu, o an beni üçüncü kez görmüş olmalıydı. Neyse, karşımdaki üçüncü yola girdiğimde bakalım neler göreceğim derken şaşkınlıkla yine çıkmaz yol olduğunu fark ettim. Emirli Köyü’nden çıkış yok dercesine geri dönmek zorunda kaldım ve yine aynı meydandaydım! Adam da hala orada duruyordu. Son bir yol kalmıştı. Dönüp dolaşıp yine aynı meydana geri gelme olasılığını göze almak istemedim açıkçası artık.

Seçim özgürlüğümü kullanıp merakımı da bastırıp o son yoldan vazgeçtim ve seçimimi buralardan gitmek için ana yoldan yana yaptım. Bazen vazgeçmeyi de bilmek gerek. Fazla zorlamaya hiç gerek yok, her şey tadında kalmalı. Kısacası gitme zamanı gelmişti. Kim bilir tüm yaşadıklarım meydandaki adamın gözüne nasıl göründü? Eminim ki sayısız defa aynı motorcunun her yoldan bumerang gibi tekrar tekrar geri gelmesi çok komik gelmiştir. En komik olanı da bence o adam tüm yolların çıkmaz olduğunu da biliyordu. Böyle dönme dolap gibi dolaşıp duran ilk kişi ben değilimdir muhtemelen. Hiç böyle komik bir anım olmamıştı. Bu çıkmaz yol macerasından sonra asfalt yol ile kavuşmak farklı bir rahatlık verdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

Ruzgar ile beraber Şile istikametine ilerliyordum. Denizi görmek istesem de bu sefer Şile’ye gitmeden göreyim dedim. Başka bir sahil, başka bir yer bulmaya Sofular yoluna saptım. Sahil Köyü’ne yaklaştığımda denizin kokusu burnuma gelmeye başlamıştı. Yine her yerde bir sürü köpek vardı yolda, güneşte yatmaktan benimle ilgilenemediler bile. Sürüş esnasında Şile Belediyesi’ne ait bir piknik alanı gördüm, birçok çam ağacı etrafımı sardı ve hatta aradan denizi bile gördüm. Henüz piknik zamanı olmadığından giriş kapalıydı, yine de motorumla kıyıdan içeriye girdim. Yüzlerce çam ağaçlarıyla çevrilmiş olmak harika bir duyguydu. Bir çeşme, piknik masaları ve bütün yerler komple çam iğneleriyle duvardan duvara döşenmiş bir halı gibi kaplıydı. Zemin bu yüzden çok kaygandı, ayrıca ağaçların sıklığı yüzünden güneş ormana giremediği için yerde çamur da vardı. Hem çam iğneleri hem çamur muhteşem bir uyum içinde bir motorsikletçiyi düşürmek için organize olmuş gibiydi. Oğluşumla biraz çamurlandık oralarda. Anlayacağınız, pırıl pırıl güneşli havada bile yine çamuru buldum ben. Kan çekiyor derler ya hani onun gibi, bizi de çamur çekiyor. Yoluma devam ettiğimde Sahil Köy’e bağlı bir kumsal buldum. Kimsecikler yoktu, sadece kum, deniz, kayalar ve hırçın dalgalar.

Bir cross motor geçmiş, kumda izlerini gördüm, kum tepecikleri üzerinden geçerek yol yapmış. Belli ki keyifli bir sürüş olmuş. Rüzgardan oluşan çizgiler kumsala adeta bir çöl havası vermiş. Kumda mor bir çiçeğin yetiştiğini görünce çok şaşırdım. Hayran olmamak elde değil, bildiğimiz kupkuru bir kumda bir çiçek yaşam bulmuş. Kumsalda yürümeye devam ettiğimde çatısı olmayan bir taş ev gördüm, içine girdim ve camsız kocaman bir pencereden deniz manzarasını izledim. Ben galiba sadece motorcu değilim, keşife çıkmış biri gibi hissettim kendimi. İlginç bir şey bulsam bir arkeolog gibi kazı bile yaparım sanırım. O gün orada o minik mor çiçeği yakından çekebilmek için ne şekillere girdim, tahmin edemezsiniz. İyi ki kimse yoktu. İstediğim pozu yakalamak için sonunda kuma yattım. Kalktığımda bütün kıyafetime kumlar yapışmıştı, çıkmıyordu da. Kumlu kumlu motoruma doğru gittim. O çamurlu, ben çamurlu ve hatta artık bir de kumluydum. Nasıl bir gezi ki bu? Güneşli bir günde yine başardık kirlenmeyi. Gölü gördük, çam ormanını gezdik, denizi de kokladık, hatta kum ile de kaynaştık ve sonunda eve dönme zamanı gelmişti. Yol hiç bitmez aslında ama arada bir eve de uğramak gerekiyor. Şu sözü nedense çok duyarım: “ Kızım senin evin yok mu?” Tabii ki gönül hep yol almak ister, ancak hayat akışı engel olabiliyor işte. Gönlüm ile deli yüreğim birbirini tamamlıyor. Ben yola çıkmak istemediğim zamanlar bile gönlüm ve deli yüreğim beni anında ikna eder ve yolda bulurum kendimi.

Deli yüreğim bana hayat ve sevinç veriyor. Yola çıksam da, eve dönsem de o coşku hep var. Bir gezi bittiğinde burukluk hissetsem de ve sessizce eve dönüyorsam bile, bu deli yüreğimdeki tutkunun asla bitmeyeceğini bildiğim için gezimi rahatlıkla sonlandırıp ve huzurla evime gidebiliyorum. Hep yeni maceralara kavuşacağımı bilmek bana rahatlık veriyor. Aslında yeniden kavuşmak için eve gidiyorum. Bir gezi bittiğinde üzülmek yok. Üzüntü yerine yeni gezinin sevinci var.

 

Cevap bırakın