Yazar: Pervin Ozulu
Şelaleler doğanın en hareketli şekillerinden biridir. O suyun coşkusu müthiş bir heyecan ve enerji veriyor. Motosiklet gezilerindeki heyecana bir heyecan daha katmak için burası hem yol hem mekan açısından çok ideal bir yer.
Ülkemiz şelale bakımından çok zengindir, Güzeldere Şelalesi ilk on en güzellerin içinde yer alıyormuş, onu görünceye kadar bunu bilmiyordum. 130 metre yükseklikten kayalardan akan bu şelale 2011 yılında Tabiat Parkı olarak ilan edilmiş, Düzce’nin Gölyaka ilçesi sınırları içerisindedir. Düzce’ye 18 km Gölyaka’ya 11 km mesafedeki Gölyaka-Güzeldere köyündedir ve rakımı 600 m›dir. Buraya İstanbul’dan günübirlik gidip dönebilirsiniz. Ancak yeni başlamış motorcular için biraz zorlayıcı olabilir belki.
Git gel 500 km, ayrıca yol otoyoldan sonra düz ve rahat değil, Düzce’deki kısım kıvrımlı dağ yollarıdır. Ben yola çıktığımda midemdeki ödem hastalığımı yeni atlatmıştım, tam on numara da iyileşmedimse de raporlar ve serumlar bitmişti, doğada bir sürüşün bana çok iyi geleceğini biliyordum. Çok spontane bir kararla hala kullandığım ilaçları da yanıma alarak yola çıktım. Bu şelaleyi sadece duymuştum, hiç araştırmadım, nasıldır, kaç metredir hiçbir bilgim yoktu. Ayrıca zaten “Bu bölgelerde ne kadar etkileyici bir şelale olabilir ki?” dedim. Esas büyük şelaleler Karadeniz taraflarında Ordu, Rize, Erzurum, Artvin, Antalya’da filan, o nedenle İstanbul’a yakın bir yerden çok beklentim yoktu o gün yola çıkarken. Hava almak, doğa sürüşü yapmak ve kafamı resetlemek istedim sadece.
Bunu yapabilmek için daha önce hiç gitmediğim ve bilmediğim bir yere gitmek çok yararlı oluyor. Bu gezide pek fotoğraf çekmeyi düşünmedim, daha tam enerjime kavuşmadığım için fazla bir atraksiyon yapmak istemedim, sadece akıp gidip yol yapmak istedim. Zaten tripotumun üzerine kurduğum yıllarca bana eşlik eden profesyonel fotoğraf makinam beni geçen ay terk etti, topcase’in içindeyken sürüş esnasında sanırım gezdiğim o bozuk yollardaki sarsıntılara daha fazla dayanamadı. Kısaca tripot kurup motor, manzara ile kendimi çekemeyecektim artık. Ancak geçenlerde kız kardeşimle birlikte fotoğraflar çekebilmek için ilk defa bir selfi çubuğu aldım, nedense pek hoşlanmıyorum ondan ve bugüne kadar hiç almayı düşünmemiştim.
Kısmetse yine bir profesyonel fotoğraf makinası edinirim, çünkü bence en güzel fotoğraf kareleri tripot üzerine kurulmuş makine ile çekiliyor. Bu gezimde hala benimseyemediğim o selfi çubuğu çantamdaymış, farkına varmadan yanıma almışım. Zaten yola beklentisiz çıktım, nereye gideceğimi de pek kararlaştırmadığım için pek bir hazırlık da yapmadım o nedenle. İlaçlarımı ve midem hala rahatsız olduğu için sadece yiyebileceğim yiyecekler ve su aldım yanıma, motorum zaten daima yola hazırdır. Sadece yeni bir yol yapmak için başladı bu gezi aslında, beni bekleyen harikalardan zerre kadar haberim yoktu. Haberim olsaydı kesinlikle çoktan çok çok öncelerinde gitmiştim bile, meğer güzellikler illaki çok uzaklarda olmuyormuş ve hep dediğim şeye geliyorum tekrardan:
“Ülkemizin her yeri bir doğa cennetidir.”
Yola çıktığımda hala düşünüyordum, tam emin değildim, oraya kadar gidip gelmek zor olur mu, rahatsızlığımdan dolayı sorun yaşar mıyım diye. Emin olmamakla beraber motorumun sürüş istikameti oraya yönlenmişti bile. Uzun zaman önce haritadan aşağı yukarı oraya nasıl gidilir ve yeri nerededir diye bakmıştım. Paralı yoldan Kocaeli, Düzce’ye kadar Sakarya TEM otoyolundan çok çabuk Düzce’ye vardım. Sakarya otoyolunda büyük tesisi olan bir Shell benzin istasyonu var, mutlaka oradan benzin alınız derim, çünkü sonrasında hemen kısa mesafede istasyon yok. Hendek ve Gümüşova’yı geçtikten sonra Düzce kavşağından çıktım. Hemen sağ dönüş için işaret eden “Gölyaka” tabelası var, onu takip ettim. Gölyaka’ya varmadan yol önce İçmeler Köyünden geçer ve sonra “Güzeldere Tabiat Parkı” o çok sevdiğim kahverengi turistik mahal bilgi levhaları da başlıyor zaten. Hacıyakup köyü’nden sonra Hamamüstü’nü de geçince ve ilerledikçe yol direkt Tabiat parkına götürüyor.
Güzelleşen manzaralardan dolayı artık pek çabuk ilerleyemedim, tahmin etmediğim kadar güzel bir yerden gidiyordum ve köy yolları da tam sevdiğim gibiydi. Kıvrımlı ve dar yollardaydım artık, ilerledikçe manzara da güzelleşmeye başladı. Durup durup çevre seyri ve tek tük fotoğraf çekmeye başlamıştım. Yol çok kıvrımlı ve sürekli yükselmekteydi, bazı keskin virajlar ve çakıllı ve bozuk kısımlar var, ama yol asfalt, sadece ara sıra bozuk kısımları var. Yol kenarında manzaralı bir yerde eski iki mor renkli salon koltuğu vardı, çok komik bir görüntü olmuştu. Onları herhalde köylüler orada koydu. Manzara eşliğinde geçen bu sürüşte karşıma ne çıkarsa gezime renk katmaya başladı, o mor eski iki koltuk bile. Gördüğüm dev kayalıklar, papatyalar ve sadece bir ahşap köy ev bile beni çok neşelendirmişti. Bıçkı deresi vadisi manzarayla yol yükseldikçe çevre nefes kesti. Hele geride bıraktığım yolların ne kadar aşağıda kaldığını görünce ve sonu görünmeyen derin manzaranın karşısında kendimi Rize’nin Ayder yaylalarında hissettim. Abartmış olabilirim belki, ama o duyguyu yaşadım. O kadar diyorum, fena bir yer. Dağ eteklerine sis inmiş, flu bir görüntü vardı, dağ uçları pusla kaplıydı, gizemli Karadeniz havasını yaşadım.
“İyi ki geldim” dedim, henüz şelaleyi bile görmemiştim daha. Ne yazık ki bitmek bilmeyen ve bazen hatta gereksiz fazla tutkunu olduğum şu fotoğraf çekme hastalığıma yenik düştüm, o alışamadığım selfi çubuğunu görünce mutlu olacağımı hiç düşünmezdim. Fotoğraf çekme hastalığı demişken, esas midemdeki hastalığımı da tamamen unutmuştum. Son iki hafta çektiğim şiddetli sancıları, serumlar ve avuç avuç içtiğim ilaçları bile düşünmüyordum artık. Hele yol üzerinde karşıma öyle bir tesis çıktı ki, her şeyi unutturdu bana. O öyle bir tesis ki, o öyle bir restaurant ki, daha ötesi yok dedirtir. Hemen önünde park ettim, kaskı çıkartıp içeriye daldım, ama yavaş yavaş girdim, sindire sindire. Kayabaşı Restaurant öyle güzel bir konumda ki, bir kayanın üzerinde tepeden her yere görüntüsü olan bir yerdeydi, manzaranın tam ortasında duruyor gibiydim. “Vay canına, ben nereye geldim böyle” dedim. Döndüm durdum, her yeri aynı anda görmek istedim ve kendi eksenimin etrafında dönüyordum ve aynı anda da yürüyordum.
Düşmediğim için çok şanslıydım, aşağıya inen merdivenlerden bile o şekilde indim. Ben hangi ara Karadeniz’e geldim, böyle bir yer beklemiyordum, bu gerçek olamaz ki? O dağ manzaranın tam içinde ahşaptan yapılmış terasların birinde çay içtim. Orada yemek yemeği şiddetli tavsiye ediyorum, o keyfi tamamlayan bir unsurdur.
Sakın unutmayın “Kayabaşı Restaurant”. Orada mutlaka ve mutlaka durmak gerekli, devam edilmemeli. Hatta durmadan devam etmek yasak olmalı… Masalarda garsonu çağırabilmek için tavana iple bir tahta parçasını asmışlar, ip havadan ta binanın içerisine kadar uzanıyor. Onu çekince restaurant’ın içinde zil çalıyormuş ve garson geliyor. İyi ki çocukluk zamanımdaki muzurluk hevesim depreşmedi, masaların üzerinde asılı o tahtayı çekip çekip saklanırdım kesin, garson da gelip giderdi sürekli. Çocuk ruhlu olmak çok güzeldir. Ben Aslan burcuyum, Aslan burcun ruhu hep 21 yaşında olurmuş diye bugün bir makalede okudum, bilemem artık…
Orada gezinirken bir kadın benimle merhabalaştı, daha önce yolda beni görmüş, motorumla durup fotoğraf çekerken geçmiş yanımdan ve aklı bende kalmış, özellikle yalnız o yollarda olduğum için çok da şaşırmış. Beni bu tesiste görünce hızlıca yanıma geldi. İki çocuğu ve annesiyle onlar da benim gibi şelaleyi görmeye gidiyormuş. Motorlu gezilerimde neşeli ve pozitif ve sade insanlarla tanışma fırsatlarım oluyor, bir gezinin en önemli unsurlarından biri tanesi olabiliyor bazen. Keyifli sohbetin tadı bambaşka, özellikle köylerde yaşayanlar, eski örf ve adetleri, saygı ve değer vermeyi unutmayan insanlarla tanışınca huzur hissediyorum. Zehra ve annesi sımsıcak bir aile sıcaklığı hissettirdi bana. Zehra ile tanıştığıma çok memnun olmuştum, öyle şen, öyle tatlı sohbeti vardı ki, şaşırdım kaldım. Konuştuğumuz konularla ne kadar aydın ve bilinçli bir vatandaş olduğunu fark ettim. “Gökte ararken yerde buldum” deyimi vardır ya, meğer Zehra hemşireymiş. Sağlık açısından kötüleşirsem hemşirem bile yanı başımda hazırdı artık, telefon numarasını verdi bana.
Onlar yemeğe oturunca ben yoluma devam ettim, midemden dolayı dikkatli olmam gerekiyor şu sıralar, yoksa normalde yemek kaçmaz. Buradan sonrası Şelale’ye fazla kalmamıştı. Yol biraz daha bozuldu, çakıllı ve bozuk satıhlı yoldan aşağıya doğru devam edince Tabiat Parkının girişine vardım. Giriş ücretli, ama gördüğüm kadarıyla ufak rakamlar, girişte görevli yoktu. Tesise girdim ve motorumu arabaların girmediği yere en öne park ettim, hem gelen arabalar için yer işgal etmemiş oluyorum ve motorum gözümün önünde daha güvende olur diye düşündüm. Yanıma gelen görevli belki de işletme sahibiydi bilmiyorum, sanırım ücret almak için geldi, ama hiç istemedi, mevzusu bile geçmedi “Hoş geldiniz. Buyurun, istediğiniz kadar gezin” dedi.
Beni genelde ilk başta yabancı sandıkları için bu tip misafirperverlikler karşıma çıkar bazen. Sanırım ayrıca tek başına gezgin bir kadın motorcu ve üstelik “Yabancı” olduğumu varsaydıkları için de böyle oluyor. İtiraz etmedim, çünkü tesiste fazla kalmadan evime dönmeyi düşünüyordum, sadece şelaleyi görüp bir çay içip kaçacaktım.
O şelaleyi görünce gel de hemen kaç, kaçabiliyorsan kaç… Tesisin kendisi ve çimenlik alanı çok büyük, piknik yerleri ve konaklama bungalow evleri var. Kocaman tertemiz, düzenli alanı, ferah restaurantı ve her şey beni cidden çok şaşırttı. Bu kadar düzenli ve bakımlı bir yer beklemiyordum. Bir sürü piknik masaları var, gölgelikli. Mangalını getir veya sadece yiyeceklerini getir burada keyif yap. Tebrikler, çok başarılı. Bu tesis bu kadar harika ise bu şelale nasıl acaba? Boşu boşuna bu kadar pırıl pırıl bir tesis değildir burası derken şelaleyi iyice merak etmeye başlamıştım.
“Şelale” yazan bir giriş var, gözüm aşağıya inen taş merdivenlere kitlenmişti, inmeye başladım ancak daha çabuk daha da çabuk inmeliydim. İndikçe derin vahşi bir ormana girmiş gibi hissettim, hava nemlendi ve güneş girmiyordu. Suyun coşku dolu sesini duyar gibi oldum, heyecanlandım resmen. Yaklaştıkça bir seyir yeri gördüm, oraya bir an evvel ulaşmak için merdivenleri çifter çifter indim ve manzarayı görünce nutkum tutuldu. Dev bir şelaleye bakıyordum, “Olamaz, bu kadarı olamaz” dedim. Böyle bir şey beklemiyordum. O çok yüksek ve kocaman bir şelaleymiş, gerçekten inanamadım. Gümbür gümbür akan o güçlü suya hayran kaldım. Neden ben buraya daha önce gelmedim? Neden niye niçin burayı bilemedim, bilmedim…
Şoklardaydım, nefesim şaşkınlığımdan karman çorman oldu, acil olarak hemen aşağıya en dibe inmeliydim. Merdivenler hala devam ediyordu. Taş merdivenler bitince demirden merdiven başladı ve suyun yere kavuştuğu kısımdaydım, en alt yerde kayalardaydım sonunda, aşağıdan yukarıya kadar bakmak muhteşem bir duyguydu. Motorumun buraya kadar gelip her ikisini birlikte seyretmeyi çok isterdim, ne müthiş bir manzara olurdu. Bembeyaz köpükle hızlıca yere düşen o şelalenin önünde kara şimşek ne güzel görünürdü. Suyun aşağı düşüşünü izlemek öyle enerji ve coşku hissettirdi ki, hayran kaldım. Her yer ıslaktı, ince yağmur yağıyor gibiydi. Kayalar çok kaygandı, yine de daha da en aşağı kadar indim kayaların üzerinden. En aşağıda gözüme kestirdiğim bir düzlük vardı, hem kuru hem güneş geliyordu.
Tam seyir keyif yeriydi orası. Bayrağımı diktim resmen oraya, uzun süre ayrılamadım, hani görüp hemen kaçacaktım? Oturmadan önce tabii ki onlarca fotoğraf çektim, bir daha bir daha çekip durdum. Sanki aynı kareleri bir daha bir daha çekince bir şey değişecek. Belki de fotoğraf çektikçe şelaleye onu ne kadar çok beğendiğimi anlatmak istedim, komik ruh halleri işte. Fotoğraf faslım bittiğinde o seçtiğim teras gibi olan yere oturdum, ayaklarımı sallandırdım aşağıya ve doğayı yaşamaya başladım.
Oturup sadece seyrettim, bu anlar tüm fotoğraflardan daha kıymetliydi. Kayaları inceledim, suyun nerelerden yol bulduğunu ve coşkulu dansını izledim, sesi dinledim. Sürekli tekrar tekrar en tepeye bakıp durdum, suyun yukardan kayaların üzerinden düşüşünü izlerken doğanın gücüne yine hayran kaldım. Yolunu bulan suyu izlerken motorumla gittiğim yollar aklıma geldi, fırtınalı ve sağanak yağış ötesi sürüşlerim gözümün önüne geldi. Yeri, asfaltı, önümü, yanımı kısaca hiçbir şey görmeden şiddetli yağan yağmurun dumanı ile kaybolan yolda ilerlemek aslında çok tehlikelidir, ancak bana aynı derecede çok fazla yaşam sevinci, mücadele ve başarı duygusunu yaşatır. Şelaleyi izlerken bir motorcunun aklından yine motoru geçiriyor olması beni bile şaşırttı. Şiddetli yağmurlu sürüşlerimde bazen lastiklerinin bir karıştan fazla suyun içinde gömüldüğünü bilirim, sanki derenin içindeymişim gibi ilerlerdim. Şelaleyi izlerken resmen yağmurlu sürüşlerim canlandı gözümde.
Bu doğa ile kucaklaşmaktır benim için, tıpkı şelalenin başından ayrılamadığım gibi. Bulunduğum en alttaki teras gibi olan kayanın üzerinde hala otururken yeni tanıştığım Zehra Hemşire ve annesi gelmiş, uzaktan seslenmişler, fakat şelalenin sesinden dolayı hiç bir şey duymamıştım. Saat tuttum kendime, şu saatte kalkıp döneyim diye, yoksa yapışıp kalacaktım oralarda. Nitekim sayılı zaman geçiyor ve dönmem gerekliydi artık, saat dolmuştu, kara şimşeğimi de özlemiştim, sürüş yapmak istiyordum. Merdivenleri çıkmaya başladım, nemli hava nedeniyle çıkarken terledim ve resmen “Su… Su…” diye sayıklayacaktım ki, çıkıştı hemen orada bir çeşme gördüm, hemen Şelale’nin giriş tabelasında. “İlk geldiğimde o çeşme yoktu ki” diye düşündüm, ama sanırım hemen aşağıya inme takıntım yüzünden ne çeşmeyi gördüm ne de tam yanındaki mısırcıyı. Her şey öyle yolunda gidiyordu ki, Zehra’ları da gördüm, restaurant’da çay içiyorlardı.
Tam aynı anda onlar da bana seslenmeye başladı, eski dostlar kavuşmuş gibi sarıldık. Motor yolculuğu yapmamış olsaydım, arabayla gelmiş olsaydım eminim ki hiçbir tanışma ve güzel sohbetler olmazdı. Motosiklet her zaman her yerde ilgi odağıdır ve insanlar meraklarından bir şeyler konuşmak ve sormak ister. Bir yere vardığımda gördüğüm ilgi bazen sessiz bir hayranlıktır ve meraktır, bazen de sevinç ve coşkudur. Motor süren bir kadın, üstelik saygılı da olunca hiçbir önyargının kalmadığı gibi güzelliklerin geldiğini iddaa ederim.
Önyargıların çabucak yok olduğunu defalarca yaşamışımdır. Zehra ile sohbet ederken 4 yaşındaki oğlunun T-Shirt’ini fark ettim. Motosiklet motifi varmış, meğer delice motosiklet hayranı olduğunu o zaman öğrendim. Sürekli gizlice dönüp dönüp motoruma baktı, tekrar bana bakıp motora baktı, ama çekindiği için bindiremedim. “İleride motosiklet alacağım ona.” dedi annesi.
“Sen neymişsin be Zehra’cığım, helal olsun sana.”
Motosiklet en ufak yaşlarda bir mıgnatıs gibi etki yapabiliyor. Başka bir gezimde motoru park edip 20 metre kadar ötede bir yerde oturup mola vermiştim. Piknikten dönen bir aile geliyordu. Ufak oğulları daha yeni yürümeye başlamıştı, bebek sayılır, paytak paytak yürüyordu ve poposunda sadece bezi vardı. Ama nereye yürüyordu ki bu? Annesi ve babasının gittiği tam ters istikamete yürüyordu, kaç defa seslendiler ona, ama o bodoslama dümdüz başka bir rota tutturmuş oraya gidiyordu. Herhalde ayarı bozuldu çocuğun dedim, az sonra fark ettim ki ufaklık poposundaki beziyle paytak paytak benim motora kitlenmiş vaziyetteydi ve en komik halleriyle hiç başka yere bakmadan dümdüz bodoslama hızlıca motoruma doğru gidiyordu.
Bu manzarayı görmeniz lazımdı, fena komik ve tatlıydı. Annesi ve babası peşinden koştu, bebiş motora geldiğinde öylece oracıkta durdu ve baktı, inceledi, minicik kalmıştı motorun yanında. Manzara inanılır gibi değildi, annesi babası geldi ve gülüyordu, onlar da oğullarını izlemeye başladılar. Sonra ben de ayaklandım ve oraya gittim, ancak biraz mesafeyle durdum, çünkü bebek yabancılardan korkar mı korkmaz mı bilemediğim için uzaktan seslendim : “İsterseniz motora bindirebilirsiniz”. Bebişe beni işaret ettiler ve motora binmeye izin verdiğimi anlattılar. Ufaklığı motora oturtmaya çalıştılar ama korktu, binmek istemedi. Sonra paytak paytak ve sürekli arkasına dönüp bakarak gitti. “Motor sevdasının yaşı yoktur” derim hep ve yine diyorum.
O tutkuya sahip olmak için hiçbir şart yoktur ve hiçbir engel de yoktur.