Yazar: Pervin Ozulu
Kuşadası ile Tuz Gölü’nün bir alakası yok tabii, ama alakalı duruma getirmek bizim gibi motosiklet gezginleri için harita yardımı ile bir saniyelik iştir.
Her Yerde Tuz Var
Türkiye topraklarımızda bulunan Tuz Gölü’nü herkesin mutlaka görmesi ve yaşaması gerektiğine inanıyorum. Burayı görünce bir kez daha ülkemizin nimetlerine ve doğal güzelliklerine hayran kaldım.
Van Gölü’nden sonra ikinci büyük göl olan Tuz Gölü, bir kuş
ve flamingo cenneti olduğu söyleniyor. Ancak doğa ve çevre koşullarının
kötüleştiği günümüzde Tuz Gölü de nasibini almış. Görmeyi çok istediğim
yerlerden biriydi, fakat ne zaman gideceğim hakkında hiçbir fikrim ve planım
yoktu. Özellikle şu sıralar hiç mi hiç müsait değildim, ne geziye ne de
herhangi bir tura çıkacak zaman değildi, çünkü taşınma arifesindeydim. Evimi
toparlıyordum, onlarca koli yaptım, yoruldum ve yetmiyormuş gibi paketlemeden
önce hem ayıklayıp hem her şeyi bir daha bir daha temizleyip koliledim.
Tez canlı olduğum için taşınma günü daha netleşmeden her
şeyi hemen hazırladım ve sadece acil lazım olacak eşyaları kaldırmadım. En
kötüsü de, bir şey lazım olduğunda hemen hemen her şeyi kolileyerek yok ettiğim
için bulamıyorum “Hay Allah, onu da mı kolilemişim!” oluveriyorum. 4-5 tabak,
bardak ve birkaç çatal kaşık bıçak var mutfağımda, bir tane de tencere o kadar.
Zor da olsa, eksik de olsa hayat böyle de devam ediyor. Taşınmayı “hazır asker”
gibi beklerken ne gezi ne de bir tur vardı aklımda.
Ta ki çok sevdiğim arkadaşım Fulya, Almanya’dan Kuşadası’na
geleceğini söyleyinceye kadar. Hem onu hem iki çocuğunu görme fırsatını
kaçırmak istemedim açıkçası. “Fırsat” deyince aklımda bir sinyal aldı ve
heyecanlandım, acaba Kuşadası’na hangi yollardan gitsem diye haritayı
inceledim. Kuşadası ile Tuz Gölü’nün bir alakası yok tabii, ama alakalı duruma
getirmek bizim gibi gezginler için bir saniyelik iştir.
Doğrudan Kuşadası’na gidip gelmek sanki biraz kısa gibi
geldi bana, haritayı incelediğimde şuralarda bir yerde Tuz Gölü vardı diye
bakınırken karar verdim. Ben Fulya’yı görmeye gitmeyecek miydim? Gidecektim
tabii ki, ama Tuz Gölü’ne uğrayarak gidecektim, güzel bir tur yaratabilirdim bu
durumda ve haritaya baktıkça gezi şekillendirdim.
Eli boş gitmemek lazım, değil mi, misafirliğe giderken biraz
tuz götüreyim istedim o kadar. Rota bana mantıklı geldi. Fulya beni iyi bilir
zaten. Eskiden 10 dakikalık mesafemde oturuyorken de Şile yoluna biraz uzanır
sonra vicdan yapıp bir yerden geri dönüp ona giderdim, bir saat gecikmeli
oluyordu.
Şimdi ise Kuşadası’nda Fulya’ya giderken aynı alışkanlıkları
devam ettirmek gerekiyormuş gibi, İç Anadolu tarafından dolanıp Kuşadası’na
gitmeyi gayet mantıklı buldum. Bizim gibi gezgin arkadaşlara böyle bir rotadan
bahsedince mantıklı karşılandı, ancak motor kullanmayanlar beni anlar gibi
yapsalar da anlamadıkları yine de belli oluyordu.
Fulya’ya gidince
neden yol uzatma gereği duyuyorum ki? Belki onu görmek bir ödül gibi olacağı
için onu sona sakladığımdan olsa gerek. Eğer bir gün ona Almanya’ya ziyaretine
gidersem şimdiden “Eyvah” diyorum, Çin üzerinden mi giderim o zaman acaba kim
bilir? Gezi rotasını Tuz Gölü üzerinden çizdim. Ancak sadece oraya gitmek yetmiyormuş
gibi çevresinde ne var ne yok haritadan incelemeye devam ettim ve sadece 150 km
kadar yakın mesafede olan Nevşehir, yani Kapadokya gözüme ilişiverdi. Yıllardır
gitmek istediğim, yollarında motor sürmek istediğim ve sayıkladığım yerlerden
biridir.
20 sene kadar önce gitmiştim, ama motorsuz, o yüzden o
gezimi hiç saymıyorum bile. Tuz Gölü’ne ne kadar da yakınmış, hay aksi! Oralara
kadar gelmişken Kapadokya’ya gitmemek mümkün mü? Gezinin şekli ne güzel de
gelişiyordu kendiliğinden. Peribacaları’nın bulunduğu o ilginç doğanın içinde
ve eski tarihin süslediği o çok özel manzaralarda motor sürme hayalimi
gerçekleştirme anı gelmişti. Oranın atmosferini yüzüme vuran rüzgarla yaşamak
istiyordum ve nihayet o hayal gerçek olacaktı.
Gidona bakarken, aynayla arkayı izlerken, çevreme ve önüme
bakarken o Peribacaları manzarası arasında sürüşü yaşamayı çok istediğim için
bu gezi benim için çok özel bir yolculuğa dönüşmeye başlamıştı bile… Ancak bu
yolculuk en sıkışık zamanıma denk geldi, her şey nasip kısmet işte. Bu
zincirleme olayları hayat akışının ta kendisidir aslında.
Kuşadası’na varmak için yolun devamında tabii ki Konya
üzerinden gitmeliydim. Oraya uğramamı da annem hep çok isterdi, kaç zamandır
söyleyip duruyordu. Bu gezi ile onun isteği de gerçekleşmiş olacaktı. Nasrettin
Hoca Türbesi ve müzesi bile yolumun üzerindeydi. Orası da hep uğramak istediğim
bir yerdi. Bu sürüşün fevkalade olacağı şimdiden belliydi, bana her hali ile
uyuyordu. Haritadan baktığımda rota yaklaşık 2.200 km kadar görünmekteydi ama
ben kendimi bildiğim için 3.000 km’yi bulacağını biliyordum, çünkü plansız
yollar hep eklenir gezilerime. Zamanlama açısından hiç de sırası değil derken
iş yerinden komple bir hafta da izin aldım ve İç Anadolu turumu araya sıkıştırıverdim.
Aslında farklı bir açıdan baktığımda zamanlama çok da
muhteşem oldu, çünkü taşındıktan sonra yerleşmek ve yeni çevremi keşfetmek için
zaman ayıracaktım ve kolay kolay bir gezi planı yine düşünemeyecektim. Her şey
Fulya yüzünden oldu. İyi ki de geldin canım arkadaşım, sana çok teşekkür
ederim, bu spontane geziyi sana borçluyum. Yola çıkacağım gün Haziran’ın
başlarındaydı ve hava hala çok dengesizdi.
Hava raporlarında kış günlerinin son soğuk günlerini
yaşarken birden yaz gelecek diyorlardı. Böyle olunca yazlık mont mu kışlık mont
mu giysem kararsız kaldım, neticede yazlık monta karar verdim. İçlik ve üzerine
giyebileceğim sıcak da tutan çok iyi bir yağmurluğum var, onu aldım yanıma. 30
derece ve üzerinde sıcaklıklar olacaktı, yazlık mont şart olacağından soğuk
havalar olursa üst üste giyinmek ideal diye düşündüm.
Haziran’ın ikinci haftanın başı olduğu halde buz gibi kış
gününe benzer bir sabahta yola çıktım. Kışlık eldivenlerimi, termal içliklerimi
ve yağmurluğu giyerek gayet donanımlı idim. Yazlık eldivenlerim ve diğer yedek
eşyalarım için de bolca yerim vardı, her şey yanımdaydı. Ev taşınma sürecimde
çok fazla eşya kolilediğim için kamera aktarma kablosu gibi bazı ufak tefek
eksikliklerim oldu bu sefer.
Acil durum gibi yola çıkıyordum zaten, olduğu kadar. O sabah
İstanbul buz gibiydi, gün içerisinde hava sıcaklığı çok değiştiği için Ömerli
Barajı’nda çok yoğun sis oluşur. O siste yağmur varmış gibi vizör ıslandı ama
yağmurdaki yağış gibi akıp gitmiyordu, koca
koca su tanecikleri birikiyordu üzerinde ve silmek gerekiyordu ara sıra. Yol ve
çevre komple sisin içinde kaybolmuştu ve önümdeki araba sanki bir bulutun
içinde yok oluyordu.
Dörtlülerimi yakarak sağ şeritten gittim, uzun süren ve bana
göre keyifli geçen sisli sürüşü tamamladım. Görüş mesafesi neredeyse sıfır da
olsa çok hızlı giden araçlar vardı, şaşırıyordum her gördüğümde. Neye güvenip
sürat yaparlar anlamış değilim. Körü körüne gaza basıp başkalarını da tehlikeye
atıyorlar. Zaten son zamanlarda Ömerli Baraj yolundaki kaza sayısı anormal
sayılara ulaştı. Soldan yol çıkışları eklendi ve aniden yavaşlayan araçlardan
dolayı o çıkışlarda çok fazla kaza olmaya başladı. Hem bence bu bir yol
hatasıdır ve en önemlisi uyarı, levha eksikliği var. İstanbul’dan çıkıp ilk
günün varış noktası Tuz Gölü ve konaklama ise Şereflikoçhisar’da olacaktı. 650
km kadar bir yoldu.
Gezi başlarındaki heyecanı çok severim, çok sabırsız ve
keyifli olduğumu inkar edemem. Her gezimde birbirinden değişik maceralar ve
tecrübeler yaşarım, karşıma çıkacak sürprizleri merakla beklerim. Ömerli
Barajı’nı geçtikten sonra Bilecik – Eskişehir üzerinden hızlıca yoluma devam
ettim. Günü birlik gidip gelebileceğim yerlerde hiç oyalanmadan Sivrihisar
istikametine devam ettim. Eskişehir’i geçtikten sonra otoyoldan çıktım ve
Mahmudiye istikametinden girdim.
Mahmudiye’den sonra gideceğim yoldan emin olmak için köyde
yol kenarında bir amca gördüm ve ona yolu sordum. Ufak bir sohbet sırasında
köyün nefesini daha da iyi yakalayabilirsiniz. Amca öyle neşelenmişti ki, oğlu
da İstanbul’daymış ve benim de oradan geldiğimi öğrenince sanki oradan selam
getirmişim gibi sevinmişti. Yolu tarif ederken de aldığı keyif gözlerinden
okunuyordu. Yeniköy, sonra Kaymaz Köyü üzerinden Sivrihisar’a giden yolu
anlattı ve tekrar anlattı.
Tam sevdiğim köy yollarından geçeceğim için sevincim
artmıştı. Amca yolu tarif etmek için kağıt kalem aldı ve büyük bir heyecanla
anlatmaya baştan başladı. Tarif etme neşesini boğazına tıkmamak için yolu
anladığımı söylemedim açıkçası. O anlattıkça mutlu olduğunu görmek en güzel
insanlık anıydı benim için. Oranın yabancısı olan gezgin bir motorcuya yardım
etmek onu çok sevindirmişti. Oradaki köy kahvesine davet etti, gençlik
zamanlarından bahsetmek ve sohbet etmeyi öyle çok istemişti ki, motoru stop
edip gönlünü almak için sohbet ettim.
Benim de navigasyon sistemim budur, kimine göre tehlikeli,
çünkü karışık bir zamandayız, herkes iyi niyetli olmayabiliyor. Ama tam köyün
merkezindeydim, bakkal ve diğer köylüler de vardı. Doğal ve tesadüfen gelişen
böyle kısa sohbetler ve insan faktörü bence bir geziye renk katar ve
güzelleştirir. Anlık kısa sohbetler ve geride bırakılan tebessümler ve
memnuniyetler anı olarak kalır, bana yeterlidir.
Bu huyumdan da vazgeçemiyorum, elbette çok dikkatli olmaya
çalışıyorum, hiçbir şeyin garantisi yok. Mahmudiye’den ayrılırken dualarla
yolcu edildim, çok dikkatli olmamı isteyen köylülerin hatırası fotoğraf karesi
gibi hafızamda yer edindi. Sonunda doğayla baş başa kaldım, motorum, yolum ve
ben. Yollar tek şerit gidiş geliş ve yemyeşil tarlaların arasından geçiyordu.
Gördüğüm çiçekler, kuşlar, kelebekler ve dinlendirici
sessizlik beni yine büyüledi. Şehir ve iş hayatından gözlerimde biriken
yorgunluğu atmaya başladım, derin derin nefes aldım ve doğaya sarılırcasına
kucaklamaya çalıştım. Yeniköy’ü geçtikten sonra Kaymaz Köyü’nden geçtim,
sonrasında bembeyaz bir çiçek tarlası çıktı karşıma. Tıpkı gelincik çiçekleri
gibiydiler, ara sıra gözümü yoldan ayırıp beyaz çiçeklere baktım. Yolun devamı,
amcanın tarif ettiği gibi, Ankara otoyoluna verdi.
Sivrihisar’a yaklaştıkça yerleşim yerinin adı gibi sivri
sivri tepeler dikkatimi çekti ve yaklaştıkça ilçenin merkezine mutlaka uğramam
gerektiğini hissettim. Kısa dolanır bakınır ve belki o sivri tepeleri yakından
görme imkanım olur ve sonra yoluma devam ederim diye düşündüm. O fikir beni
ister istemez yoldan çıkarttı ve ilk olarak Nasrettin Hoca heykelini gördüm.
Meğer Nasrettin Hoca’nın doğduğu mevki imiş buralar.
Sivri tepelere doğru gitmeye devam ettiğimde ara sokaklardan
tırmanmaya başladım, birden muhteşem tarihi evler ve eski yapılarla
karşılaştım. Restore edilmiş, bakımlı ve güzel görünümleri beni çok etkiledi.
Artık hava iyice sıcak olmaya başlamıştı. Sivri tepeleri yakından görme
hevesiyle hiç ummadığım bir sürpriz ile daha karşılaştım.
Tepede tarihi bir saat
kulesi gördüm, meğer
Sivrihisar’ın sembolü imiş. Tarihi değerlerle dolu olan ilçeye hayran olmaya
başladım. Bu saat kulesi 1899 yılında inşa edilmiş ve her yerden
görünmekteymiş. Bir ben hemen görememişim demek. Az sonra neyle karşılaşacağımı
bilmeden öylesine yola devam ettim, hatta belki yolun devamı yoktur ve çıkmaz
olur geri dönmem gerekecekti, yine de devam ettim ve gözlerim şaşkınlıktan
yuvalarından fırladığı bir an yaşadım.
Dağ yamacına vardığımda şaşırıp kaldım. Bu nasıl bir
güzellikti böyle, inanmıyordum. Kaskın altında kendi kendime bunu diye diye
motoru nereye park edeceğimi şaşırdım. Bir açık hava heykel müzesi bulmuştum.
Onlarca heykel vardı. Aşık Veysel gibi bir sürü tarihi değeri sergileyen
heykeller karşıma çıkıverdi. Yan yan arka arkaya dizilmişlerdi, gece hatta
ışıklandırma sistemi bile varmış. Nasıl şaşkındım anlatamam. Nereye bakacağımı
şaşırmıştım.
Atatürk heykelini de görünce artık kaç tane video ve
fotoğraf çektim hatırlamıyorum. Delirmiş bir fotoğrafçı kılığına giriverdim.
Bir kilise vardı, Nasrettin Hoca Meydanı ve onun bir heykeli daha vardı, Saat
Kulesi de görünüyordu. Etrafım 360 derece tarih ile sarılıydı. 6-7 yaşında ufak
bir çocuk oturuyordu kenarda, beni izliyordu sessizce. Bir çift geldi, onlar da
geziyorlardı. Sonra bir ekip arabası geçti, ben heykellerle meşguldüm beni
görmemişlerdi, ekip arabası sonra geri geldi ve motorun yanında durdu.
Tek ve büyük bir seyahat motoru dikkatlerini çekmiş. Beni
görünce de, kadın motorcu hiç beklemedikleri için şaşkınlıkla başlayan ufak
sohbetimiz saygılı ve güzel geçti. Çok memnundum Sivrihisar’a uğradığım için.
Öyle enerjiyle doldum ki, bu beklenmedik sürprizleri yaşarken dünyadan
kopmuştum. Oradan çıktığımda Polatlı, Haymana, Yenice ve Kulu’daki köy yolları
üzerinden Tuz Gölü’ne doğru ilerledim.
Tuz Gölü’ne yaklaşırken karnımdaki heyecanın tarifi yoktu,
insanın uzun zamandır görmek istediği bir şeye kavuşması nasıl ise öyleydi.
Gölü ilk gördüğüm yerlerde durdum ve tuzun üzerinde yürümek için hemen harekete
geçtim. Motoru da indirebileceğim imkan var mı yok mu onu da keşfetmeye
çalıştım. Akşam üzere olduğundan çok vakit harcamadan yola devam ettim, biraz
fikir edinip Şereflikoçhisar’a devam edip konaklamamı ayarlamam gerekiyordu.
Tuz Gölü tesisinin önünden geçerken orada durmadan geçmek
istemedim. Gölün kenarında sadece bu tesis var, büfe tarzında bir işletme,
hediyelik eşya ve tuz ürünleri satan bir yer. Geniş otoparkı ile gelen
ziyaretçilere sıkıntısız ve ücretsiz park imkanı sunuyorlar. Tuz Gölü ziyareti
ve girişi de ücretsiz. Tuzdan yapılan el kremini bir çubuk ile elime sürdüler,
ovalayıp lavaboda yıkayın dediler.
Ellerim yumuşacık oldu, yağlı gibiydi, içindeki mineraller
cildi yumuşatıyormuş. Online satışları (www.tuzgolu.com.tr) da varmış. Fazla
uzun durmadan Şereflikoçhisar’daki öğretmen evine gittim, ertesi gün sabahtan
etrafı gezmeye başlayacaktım. Öğretmenevinde bir gece konaklama sadece 25 lira
idi, büyük bir oda verdiler, sıcak su da var, daha ne olsun.
Havlu ve kahvaltı yoksa da çok uygun bir konaklama oldu.
Genelde öğretmenevleri sivil alır, ama burası almıyor. Çevresinde gece motoru
güvenli park edebileceğim uygun yer bulamadım, acaba yakınlarda emniyet var
mıdır derken sadece 50 metre ileride İlçe Emniyet Merkezi’ni gördüm. Memurlar
seve seve derdime çare oldu, motorumu huzurlu huzurlu onların gözetimi altında
olan yerde park ettim. Bu ilk günün sonunda akşam yemeği yiyip erkenden uyuyup
ilçenin çarşısına geldim, bulunduğum yolun devamındaydı zaten.
Güneşin batma saati yaklaşıyordu, güneşe doğru sürmeye
başladım. Çarşıdan ayrıldım, ara sokaklardan devam ettim ve gittiğim
istikamette evler azalıyordu ve yine Tuz Gölü’ne yaklaşıyordum. Gittiğim yolda
asfalt bitmişti, toprak yoldaydım artık, güneş kızarmaya, hava kararmaya
başladı ve gün bitmek üzereydi. Midemdeki açlık tavan yapmıştı ama yoldan da
manzaradan da ayrılamadım.
Yol daralmaya başladı ve sonunda durmak zorunda kaldım.
Yanımda bir bahçede çiftçiler vardı, çiğ nohut ikram ettiler. Henüz
olgunlaşmamış ham, demet şeklinde topladıkları nohut dallarını uzattılar bana.
Nasıl yiyeceğimi ilk başta anlayamamıştım, onlar çekirdek yer gibi yiyorlardı,
dallardan nohutları kopartıp yiyormuşsun.
Denedim, gerçekten de tadı çok güzeldi, sütlü gibiydi, çok
hoşuma gitti. Güneş tam batmadan çarşıya geri döndüm ve artık midemi düşünüp
sonra da istirahate çekilmek istiyordum. Yabancı yerlerde karanlıkta dolaşmayı
hiç sevmem. Çarşıda temiz pak ve modern bir kebapçı dikkatimi çekti. Servisini
ve yemeğini hatta uygun fiyatlarını çok beğendim, güler yüzlü ve tertemizdi.
Açık adresi: Ankara Cad. Hamam Karşısı No 168
Şereflikoçhisar. Konaklama yerime geldiğimde ve odama girdiğimde tatlı bir
yorgunluk hissettim. Yastığın üzerine bir tişört geçirdim ve derin güzel bir
uykudan sonra ertesi günüme erkenden başladım. Emniyetten motorumu aldım,
kahvaltımı yol üzerinde bir yerde yaparım diyerek Tuz Gölü istikametine
yöneldim.
Bugün çevreyi bol bol gezip görüp keyif yapacaktım. Daha
göle varmadan ilçenin içindeyken kocaman bir dut ağacının altında durdum, iri
beyaz dutlarla kahvaltı şenliği yarattım kendime. Oralı bir abla yanımdan
geçerken “Günaydın” dedim ve sohbet başladı yine. Sohbetimiz öyle şen gelişti
ki evine kahvaltıya da davet etti. “Yolcu yolunda gerek” dedim, teşekkür ederek
istikametime devam ettim.
Önce motoru Tuz Gölü’nün üzerine sürebileceğim yere gittim,
gölün ilk başladığı ucu kenar kısmı, ama yoğun bir ihtiyaç molasına gereksinim
duymaya başladım ve fazla orada duramayacağımdan acilen 4 km ileride bulunan
göl kenarındaki o tesise gittim. Henüz çok erken olduğundan tenhaydı. Tenha
iken ve gelmişken fotoğraf ve videolarımı çekerim dedim.
Birden 2 tane büyük turist otobüsü geldi, onlarca Japon
iniverdi. “Eyvah” dedim, birden kalabalıklaştı tesis. Neyse, oyalanır sonra
fotoğraflarımı çekerim diye düşünürken, fazla kalabalık ve rahatsızlık da
olmadı. Karşılıklı bir Japon turist ile birbirimizin fotoğraflarını çektik.
Kadının dev bir Canon makinası vardı, taşıması bile güçtü.
Onların varlığını hiç hissetmezken sadece bir Türk kızı
sürekli bağırdığı için aşırı rahatsız olmuştum. Video çekmek bile mümkün
değildi. Sonunda ona “Sessiz olur musun” demek zorunda kaldım. Motoru gölün
üzerine indirebileceğim yere gitmek için tekrar en uç kıyıya gitmeye karar
verdim, ancak yolda giderken acaba tuz lastiklere zarar verir mi düşüncesi
oluştu ve bu göl üzerinde motoru çıkartmaktan vazgeçtim, hatta belki batarım
diye bile düşündüm.
Lastikleri şimdilik kurtarmıştım tuzdan ama bu gezimin
sonunda lastiklerimin başına gelecek felaketten daha haberim yoktu. Tuzdan
kaçarken daha kötü bir olaya yakalandım desem yeridir, hem de evime yarım saat
kala, İstanbul’da… Tuz Gölü’nün üzerine motor ile çıkmaktan vazgeçtiğimde
macera vaat eden gizemli bir ara yol dikkatimi çekti.
Çölleşmiş görünen düz tepelerin arasında kaybolan topraklı
ve çakıllı bir yoldu. Gözüm aklım onda kaldı. Nereye gideceğini bilmediğim bir
arazi yoluna girmeden önce benzinimi tamamlamam gerekliydi. İleriden dönüp,
tekrar tesisin önünden geçip epey ilerledikten sonra aklımda not ettiğim benzin
istasyonuna geldim, tankımı tam doldurdum.
Tekrar aynı yolu geri gittim o toprak yola girmek için ve
yeniden o tesisin önünden geçtim. Kaç defa bu yolda gittim geldim kim bilir,
bir gün içerisinde bu kadar çok aynı yol üzerinde dönüp dolaşan başka biri
olmuş mudur acaba? Neyse, aramızda sır olarak kalsın, kimse görmedi zaten. O
yola geldiğimde sanki gezinin içinde yeni bir geziye başlamış gibi hissettim.
Bundan sonrasını bir sonraki gezi yazımda paylaşmak üzere burada tamamlıyorum .
Sevgiyle ve hoşgörüyle kalın.