Yazar: Gustavo Cieslar
İmkansızı mümküne dönüştüren
motosikletinizin değil,
hayallerinizin büyüklüğüdür. Bu
tür bir macera için önemli olan
motosikletinizin özelliklerinden
çok, sevdiğiniz motosiklet
olmasıdır. Eğer öyleyse, her ne
olursa olsun, sizin için daha iyi
bir yoldaş olamaz ve onunla
birlikte dünyayı fethedersiniz!
Sadece125cc.lik bir motosikletle dünya turu mu! Bu kadar küçük bir motosikletle bu mümkün mü? Bu soruya bir soruyla cevap veriyor Gustavo Cieslar: Peki hayalleriniz ne büyüklükte? 50cc. mi yoksa 1800cc. mi?
Küçük, 125 cc.lik bir motosikletle “dünya turu” yapmaya karar vermiş Arjantinli bir gezginci Gustavo Cieslar. Bu ay (2008 Ağustos Sayısı) MotoPortre sayfalarımızda konuk ettiğimiz motosiklet sevdalısı gencin öyküsüne, yalnızca Motoron için kaleme aldığı Türkiye bölümüyle, ta en başından şahit olmaya ne dersiniz? Küçük Yamaha YBR 125’im beni yalnızca memleketim Buenos Aires’ten Rio de Janerio’ya kadar götürecekti. Çalışmalarımdan ve programcı olarak çalıştığım işimden bir süre uzaklaşmak için 20 günlük bir geziye çıkmak istiyordum. 20 gün bana sonsuz bir süre gibi geliyordu. Daha önce motosikletimle hiç bu kadar uzun bir geziye çıkmamıştım. Çok sevdiğim Transalpimin soğutmasında sorunlar olduğu ve motoru sürekli olarak aşırı ısındığı için onu yola çıkmayı planladığım tarihten beş gün önce satmıştım. Zaman kısıtlıydı, bu yüzden elimi attığım ilk 125’liği satın aldım. YBR’nin bu yolculuğa dayanacağını umuyordum.
Ne de olsa yalnızca birkaç bin kilometre seyahat edecektim ya da ben öyle sanıyordum…
Şimdi 4 yıl, 6 gün, 75.000 km. ve 35 ülke sonra Türkiye, Erzurum’dayım. İran’a geçmek üzereyim. Dönüp Türkiye’ye bakıyor, bu büyük ülkede geçirdiğim bütün güzel zamanları düşünüyorum. Yaşadığım bütün bu tecrübelere hâlâ inanabilmiş değilim… Ve bütün bu yolu kendi motosikletimle geldim! Kendimi bildim bileli dünya çevresinde büyük bir motosiklet turuna çıkmayı hayal etmişimdir. Ama bu hayal benim için hep uzak bir geleceğe dairdi. Bir gün yeterince para biriktirmeyi başaracak ve bütün gerekli alet edevatı satın alacaktım.
Bir gün… Şartlar mükemmel olduğunda!
Buenos Aires’ten ayrılırken şartlar mükemmelden çok uzaktı. Bütün hazırlıkları yapmak için sadece birkaç günüm olmuştu. Bu yüzden bütün teçhizatım iki eski püskü, yamalı deri çanta; bir sırt çantası; katlanır bir sandalye; bir kamp ocağı ve birkaç kap kacaktan oluşuyordu. Her şey motosiklete basitçe iplerle bağlanmıştı. Yani tam bir karmaşa hâkimdi. Sırt çantamda, döndüğümde Buenos Aires Üniversitesi’nin Veteriner Hekimlik bölümünde gireceğim sınava çalışabilmem için gereken dev mikrobiyoloji kitaplarım vardı.
Dostlarım ve ailem yolculuğumla ilgili endişelerini belirtmişlerdi. Biri beni “Brezilya’da caddeler son derece tehlikelidir ve trafik ölümcüldür! Kamyonlar sen yokmuşsun gibi sürerler, seni ezip geçerler!” diye uyarmıştı. Bu beni biraz tasalandırmıştı ama iki tekerlek üzerinde yolda olma hissinin çekiciliği daha güçlüydü. Caddede ilk defa olarak bu duygunun farkına vardım. Bu duygu hayatımı hayal ettiğimden çok daha fazla değiştirecekti. 22 Aralık 2003’te evimden ayrıldım. Noel’e iki gün vardı. Noel arifesini Arjantin ile Brezilya arasındaki bir yerde, memleketimden 1400 km. uzakta, çadırımda yapayalnız geçirdim. Ama kalbim sevinçle doluydu. Bu yolculuk şimdiden motosiklet üzerinde yaptığım en uzun yolculuk olmuştu bile!
Kilometreler ve günler iki tekerimin altından akıp gitti. Her gün bana yeni, önceden kestirilemez ve hayal edilemez bir tecrübe getiriyordu. Seyahat tarzımın da bu anındalıkta payı vardı kuşkusuz. Sürekli bir hale dönüşen para sıkıntısı, beni her gece kalacak ucuz bir yer aramak zorunda bıraktı. Bu arayış, eğer otellerde kalacak kadar param olsaydı, asla olmayacak karşılaşmalara ve durumlara neden olmuştu. Motosiklet kulüpleri, itfaiye istasyonları, karakollar, öğrenci evleri, benzin istasyonları ve ayrıca yolda gördüğüm bütün iyi insanlar gece için potansiyel barınaklarımı oluşturdular.
Kimi zaman ev sahiplerimle dostluğumu ilerletiyor, düşündüğümden daha fazla kalıyor, hem onların ailelerini ve dostlarını tanıyor hem de akşam yemeklerine ve partilere davet ediliyordum. Bu şekilde, daha önce hiç tecrübe etmediğim bir hayat tarzını keşfetmiş oldum. Dünyada tanışılacak çok insan ve onlardan öğrenilecek çok fazla şey vardı.
Yolculuğumun son noktası olan Rio de Janerio’ya oldukça hızlı vardım. Artık nasıl geri dönebilirdim ki? Önümde bütün avantajlarını ve dezavantajlarını düşünerek birinden birini tercih etmem gereken iki seçenek vardı. Bir tarafta ucunda kariyer, güvenli bir gelecek, aile, arkadaşlar ve bir de ev olan normal bir hayata dönme seçeneği vardı. Fakat ben diğer seçeneği seçersem, binlerce yeni keşifte bulunabilir, maceralar yaşayabilir, yeni bakış açıları kazanabilirdim. O zaman da geri kalan her şeyi arkamda bırakmış ve belirsiz bir geleceğe yönelmiş olacaktım…
Rio de Janerio yakınlarında ıssız, masalsı bir kumsalda kamp kurmuştum. Sıcak bir akşamüstüydü ve gökyüzü masmaviydi. Okyanusa atladım ve dalgaların beni taşımasına izin verdim. Bu arada düşüncelerim de önümdeki iki tercih üzerinde yoğunlaşmıştı. Bir kavşağa ulaşmıştım ve iki yol da tamamen birbirinden farklı yerlere gidiyordu.
Kendime “Büyük yolculuğuma başlamak için doğru an bu mu?” diye sordum. “Teçhizatım yok, param çok az, motosikletim küçük… Bu bir çılgınlık!” diye düşündüm. Küçük dalgalar beni hafifçe ileri geri sallamaya devam ederken gözlerimi palmiye ağaçlarına dikmiştim. Bir karar verdim: “Şimdi geri dönersem içimde hep bir korku olacak. Bunu nasıl yapabileceğimi, hatta yapıp yapamayacağımı bilmiyorum, ama en azından hayalimi gerçekleştirmeyi denemeden ölmeyeceğim! Ağabeyimin Avustralya’daki evine kadar motosikletle gideceğim!”
O anda fark ettim, hepimizin bir günde 1440 dakikası var ve biz bu dakikaları nasıl kullanmak istediğimize kendi adımıza karar veriyoruz. Bir daha asla şu “Keşke zamanım olsaydı…!” sözüne inanmayacağım. Herkesin, hayatının her saniyesini dilediği gibi kullanma özgürlüğü vardır. Ayrıca verilen her kararın kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır. Böylece ben de bu büyük hayalim için, en büyük hazinemi; yani zamanımı kullanmaya karar verdim. Diğer insanlar zamanlarını başka yatırımlar için kullanabilirler. Bu kararların hiçbiri tabi ki daha iyi ya da daha kötü değildir. Her insan mutluluğunu kendi yoluyla bulur. Ve iki tekerim de bana, “benim yolum”u gösterdi. İlk olarak Kolombiya’da ciddi sorunlarla karşılaştım. Darién Ormanı hiçbir taşıt türünün geçemeyeceği topraklardan Panama’ya geçiyor. Gemi yolculuğu oldukça pahalıya geliyordu. Bu sebepten ötürü bir aylık zamanımı Karayipler’i geçebilmek için daha ucuz bir seçenek arayarak geçirdim.
Batacağımızı biliyordum. İmdat çığlıkları attım, fakat dalgaların gemiye çarparken çıkardığı ses çığlıklarımı boğdu. “Buraya kadarmış!” diye düşündüm. “Her şey bitti…”
Sonunda, bulduğum birkaç yolcu karşılığında ödemem gereken ücreti düşürmeyi kabul eden bir kaptan buldum. Gemideyken de sorunlar devam etti. Korkunç bir fırtına ana direkteki ipleri kopardı. Kaptan ve mürettebat üyelerinin büyük bölümü sarhoştu ve horul horul uyuyorlardı. Güçlükle güverteye çıktım ve sancak yönünde 500 metre ötede dev bir şilebin ışıklarını gördüm. Gemimizi kimse kontrol etmiyordu. Korkudan donakalmıştım. Batacağımızı biliyordum. İmdat çığlıkları attım, fakat dalgaların gemiye çarparken çıkardığı ses çığlıklarımı boğdu. “Buraya kadarmış!” diye düşündüm. “Her şey bitti…” Kaptan son anda uyandı ve birkaç tayfanın da yardımıyla yelkeni salya etmeyi başardı. Tüm bunlara rağmen, San Blas Adaları’na sağ salim ulaştık. Aramızda geçen sinirli bir tartışmadan sonra kaptan gemiden inmemi emretti. Böylece motosikletimle en fazla 100 metreye 200 metre büyüklüğünde, yalnızca yerlilerin yaşadığı denizin ortasındaki bir toprak parçasında öylece kalakaldım. Adada gümrük memurluğu olmadığı için motosikletim tüm kuralları ihlal ediyordu. Ancak yarım gün uğraştıktan ve bol bol dil döktükten sonra bu ikilemden kurtulabildim. Motosikletimi anakaraya taşıyacak bir tekne bulabildim. Macera peşimi bırakmamıştı. Bu kez de denizin ortasında yakıtımız bitmişti. Ve biz, birisinin bizi görmesini ve bizi sahile çekmesini bekledik… Kim demiş 21.yüzyılda gerçek maceralar yaşamak imkânsızdır diye…?
Ona verdiğim isimle “Garota”m Meksika’dan İspanya’ya kadarki deniz yolculuğunu tek başına yaptı. Üç ay boyunca var gücümle çalıştıktan ve kapıları çaldıktan sonra nihayet bir uçak biletine yetecek para biriktirebildim ve Madrid’de hayatımda ilk defa Avrupa kıtasına ayak bastım. Cebimde 150 Avro ve kafamda da bir sürü soru işareti vardı.
Neredeyse iki yıl boyunca yalnız seyahat etmiştim. İspanya’da bu durum sona erecekti. Fakat henüz bunu bilmiyordum. La Garota, Barselona limanına vardı. Orada Elke ile tanıştım. Bunun yolculuğumun sonu olabileceğini düşünüyordum. Evet, bir gezgin için en büyük tehlikelerden biri “âşık olmak”tır.
Fakat sonra hiç tahmin etmediğim bir şey olmuştu. Elke, uzun bir yolculuk öncesinin en önemli ve en zor kararını verdi. Başlamak! Her büyük rüya gibi bunda da en zor kısım başlamaktır. Elke, inşaat mühendisliği doktora tezinin yerine bir YBR’nin gaz pedalını tercih etmişti. Beş günde motosiklete binmeyi öğrendi ve seyahate iki kişi olarak devam ettik.
Avrupa benim için yepyeni bir tecrübeydi. Birbiriyle bitişik, her birinde farklı kültürler ve keşfedilecek yeni şeyler bulunan çok fazla sayıda küçük ülke. İspanya, Portekiz, Andora, Fransa, Benelüks ülkeleri; Danimarka ve Almanya’yı gezmemiz bir buçuk yıl sürdü.
Kara kış bizi Polonya’da yakaladı. Son kar eriyinceye kadar altı ay boyunca orada kaldık, sonra hızla güneye doğru yol aldık. Balkanlar’ın büyük bölümünü gezdik ve doğuya doğru devam ederek Yunanistan üzerinden Türkiye’ye girdik. Burası çok sözünü duyduğumuz ama hakkında çok az şey bildiğimiz bir ülkeydi.
İlk durağımız Tekirdağ oldu. Buraya internet üzerinden davet edilmiştik. Ünlü Türk misafirperverliğini ilk kez burada tattık. Yerel biradan, dondurmayla beraber sunulan özel türdeki peynire kadar her lezzeti denedik. İkincisi biraz garip ama hoş bir lezzetti… Tekirdağ’dan sonra İstanbul’a geçtik. Burada Turkbikers Motosiklet Kulübü bizi “Evinize Hoş Geldiniz, Elke ve Gustavo” yazılı bir pankartla karşıladı. Gözlerimiz dolmuştu. Her ikisi de kendini motosiklet sevdasına adamış motorcular olan, kulüp başkanı Fatih ve eşi Didemle birlikte tam bir ay kaldık. Bu zaman zarfında çok zengin bir geçmişe sahip ve çok güzel bir şehir olan İstanbul’u tanımakla kalmadık, ayrıca bir ailenin günlük hayatına katılabilmek gibi benzersiz bir imkân yakaladık. Yerel yemek tariflerini öğrendik, pazarlara gittik, aile fertleriyle ve dostlarıyla tanıştık ve elbette motosiklet gezintilerine çıktık. Bu çok özel bir zamandı ve vedalaşırken çok gözyaşı döktük.
Karadeniz sahili boyunca manzaralardan ve turkuaz denizden büyülenerek yolculuğumuza devam ettik. İspanya’dan beri ilk defa kumsallar elimizin altındaydı ve bunun her saniyesinin tadını çıkardık. Çaka’da bütün ülkede gördüğümüz en güzel kamp alanında konakladık. Burası Yakup’un işlettiği, kumsalın yanındaki küçük bir orman. Yakup kumlara çok güzel resimler çizen otuzlarındaki bir adam. İngilizce’yi neredeyse hiç konuşamıyordu ve ne yazık ki biz de Türkçe bilmiyorduk. Bu yüzden konuşmalarımız el kol işaretleriyle sınırlı kaldı. Fakat kalplerimizde birbirimizi anladık ve eminim aynı dili konuşabilseydik onunla çok iyi dost olabilirdik.
Oradan ayrılırken ona yalnızca bir posta kartı, seyahatimizin DVD’sini ve bir de bir dükkânın bize verdiği tuzluğu hediye edebildik. Yakup da çok güzel bir tespih vererek bizi şaşırttı. Ardından çok içten bir hareketle boynundaki gümüş kolyeyi çıkardı ve Elke’ye verdi. Öyle duygulanmıştık ki diyecek bir kelime bulamadık. Yakup’u çok az tanıyorduk ama o sonsuza kadar kalbimizde kalacaktı.
Sahil boyunca yolculuğumuza devam ettik ve Trabzon’a ulaştık. Burada eski Sümela Manastırı’nı ziyaret etmek için güneye doğru yöneldik. Sarp kayalıklara tutunan bu taş yapıdan çok etkilenmiştik. Birisinin onu o kadar zaman önce, modern teknoloji olmadan inşa edebilmiş olması neredeyse imkânsız görünüyordu.
Öte yandan daha önce gelmiş olan ziyaretçilerin yaptıkları bizi çok üzdü. Fresk resimler neredeyse tamamen yok edilmekle kalmamış, duvarlar da sonradan yazılmış yazılarla doluydu. Odalardan birinde 40 yaşlarındaki iki kadın, duvara bir şeyler çiziktiriyorlar ve kendi yazılarının resmini çekiyorlardı. Bu denli değerli bir kültürel mirası, halkın kendisinin mahvettiğini görmek insanın moralini bozuyordu gerçekten.
Gümüşhane’ye giden yolda terk edilmiş bir köpek yavrusu görünce aniden durduk. Yavru köpek yoldan geçen bütün araçların peşinden koşuyordu. Birkaç saat önce orada bırakılmış ve hâlâ da sahibini arıyor olmalıydı. Çok uzak bir yerdeydik ve yakında hiç su yoktu. Bu yüzden köpeği en yakındaki şehre götürmeye ve orada ona iyi bakabilecek birini bulmaya karar verdik. Köpeğe yer açmak için sepetlerden birini boşalttık. Köpekçiğin motosiklet yolculuğundan fazla hoşlanmadığını fark ettik. Çok korkuyordu ve sürekli yola atlamak istiyordu. Özellikle karanlık tünellerde bağırıyor, havlıyor ve kendi kendine mücadele ediyordu. Bir elimle onu tutarken diğer elimle motosikleti kontrol etmeyi ancak becerebilmiştim doğrusu.
Sağ salim Gümüşhane’ye ulaştık. Başlarda bu küçük köpeğe iyi davranacak ona bakacak birini bulma umudu yokmuş gibi görünüyordu. Bir otel sahibi bize, onu yola atmamızı söyledi. Bir lokanta sahibi ise onu aldı ama zifir karanlık bir yere kilitledi. Bu hiç içimize sinmemişti. Bu yüzden onu bir geceliğine yanımıza aldık ve beraberimizde Avustralya’ya götürüp götüremeyeceğimizi düşündük. Şimdiden ikimiz de ona âşık olmuştuk. Onu herhangi birinin yanına bırakmak istemiyorduk. Sabah Mehmetle tanıştık. Mehmet çok iyi ve nazik birisiydi. Küçük köpeği kırdaki evine aldı ve bize sık sık fotoğraflarını yollamaya da söz verdi.
Ertesi gün Türkiye’deki yolculuğumuzun son durağı olan Erzurum’a ulaşmıştık. Yolda durduğunuzda iki dakika içinde birileri size çay ikram ediyor ya da yemeğini paylaşmaya davet ediyor. Bunlar gerçekten çok dostane davranışlardı. Biliyoruz ki; Türkiye’yi ve misafirperver Türk halkını özleyeceğiz! Fakat yolculuğumuz boyunca gördüklerimizin en tehlikelisi olan trafiğini kesinlikle özlemeyeceğiz buna eminiz.
Bize yol boyunca kuvvet ve cesaret veren tüm Türk halkına teşekkür ederiz!
Bu yolculukta bir şey öğrendiysek, o da; ne olursa olsun hayalimizi gerçekleştirmeye çalışmamız gerektiği. Ne kadar büyük olursa olsun. En değerli hazineler son hedefte değil, yol üzerinde bulunur. Başarıp başaramayacağımızı zaman gösterecek. Önümüzde hâlâ dünyanın yarısı duruyor… Geniş, egzotik Asya ve hedefimiz, cennetten farksız Avusturalya!
Hep sıcak, asla dinmeyen bir ateşten güç alıyoruz! Hayalimizden
Yorumlar
Loading…