Yazar: Pervin Ozulu
İstanbul’dan çok kısa mesafeyle keyifli bir yol ile günübirlik bir şelale gezisi
Bu şelale Hacıllı Köyü’ndedir, İstanbul’dan yaklaşık sadece 100 km uzaklıktadır. Hacıllı köyü Şile – Ağva istikametindedir, yollar virajlı olduğundan 1.5 – 2 saat sürebilir. Şelalenin bulunduğu köy Şile’den yaklaşık 35 km civarı mesafededir. Ulaşımı çok kolay, Şile’ye geldikten sonra Ağva’ya gider gibi yola devam edeceksiniz, sonra yol ayrımında Ağva istikametine sahil yoluna girmeden Ağva’ya sağdan devam edilir. Yolun devamında tekrar sağdan Hacıllı köyü tabelasını görünce o yolu takip edin, bundan sonra artık asfalt biter, manzaralar daha da güzelleşir ve maceralı bir yol başlar. Çevre tenhalaşır, adeta ıssız bir bölge gibi. Köylülerin ormandan kestikleri ve istifledikleri öbek öbek odundan oluşan küçük tepecikler gördüm, fakat kimseler yoktu.
Tam kimse yok derken karşımdan bana doğru iki cross motor geldi, ayakta kullanıyorlardı motorlarını, yavaşlayıp baktılar bana, aslında daha çok motoruma. Uzunca mesafeli çakıllı ve engebeli olan yolda karşılaştık, benim bu yolda ne işim var diye düşünmüşlerdir kesin. O gün yola çıkış nedenim illaki Hacıllı Köyü Kurudere Şelalesine gitmek değildi, o gün sadece tamamen doğa ve toprak ile buluşmak istediğim için yola çıkmıştım. Bilmediğim bir yolda daha önce görmediğim bir yere tek başıma yola çıkmak inanılmaz büyük bir haz ve macera duygusu yaşatır bana, hayat iksiri gibidir. Ruh sağlığı için yılda en az bir kere bilmediğiniz bir yere gidilmelidir. Yalnızlığı, tedirginliği ve az biraz korkuyu hissetmeyi seviyorum. Kendimle bütünleşiyorum, hatta sanki buz gibi denizin suyuna atlamış gibi silkeleniyorum.
Etrafıma çıkan birbirinden güzel manzaralar ve macera dolu yolu çok sevdim. Her mevsimde buranın büyüsü bir başka güzeldir bence. Bana göre bu yol çok keyifli, özellikle asfalt bittiğinde toprak hatta çakıllı yol başladığında sadece o anları yaşarım, geçmiş ve gelecek yokmuş gibi. Tüm çevre 360 derece doğa. Sırasıyla Osmanköy ve Sortullu Köyü’nden geçip Hacıllı Köyüne vardım. Bir grup teyze geçiyordu yoldan, köylülerle bir iki sohbet için durmuştum. Şelaleyi sordum. Köy halkı en güzel navigasyon sistemidir, şen sohbeti ve çayı bile vardır. Teyzeler buraya kadar yalnız başıma geldiğim için endişelendi ve cesaretimi tebrik ettiler. Şelaleye gideceğimi duyduklarında tedirgin oldular. “Rehbersiz kaybolursun kızım, sakın tek başına gitme” dediler. Gerçekten de şelaleye gitmek için yol yardımı almak lazım, çünkü 3 km kadar bir yürüyüş parkuru var, ara sıra tabelalar da olsa bilen biri ile gitmek faydalıdır. Teyzeler öyle tatlıydı ki, yanaklarından hepsinin tek tek makas alasım vardı.
Tavsiyelerini dinleyip teşekkür ettim ve dikkatli olacağıma söz verip yolcu yolunda gerek diyerek devam ettim. Kendimi güvende hissettiğim yere kadar giderim dedim, bir bakalım bu yol beni nereye kadar götürecek. Köyün camisini geçince hemen yanındaki bana göre solda olan ilk yoldan devam ettim, ayrıca Şelale yolunu gösteren tabelalar da bulunuyor. Tabelaları takip ederek köy merkezinden uzaklaştığınızda tekrar sadece doğa ile baş başa kalıyorsunuz. Yol aşağı doğru devam etmeye başlıyor ve bu iniş dereye yaklaşıyorsunuz demektir. Yol gürül gürül akan derenin tam yanına götürüyor. İçine dallarını sarkıtan ağaçlarla çevrili derenin görüntüsü tablo gibiydi. Işıl ışıl yeşil rengiyle taşların üzerinden akan yaşam dolu berrak suyu izlemek huzur veriyor. Enerji veren o coşkulu görüntü beni büyülemişti.
Derenin kenarında çimlerin üzerine park ettim ve etrafı gezdim. Yanıma bu sefer tripod ve fotoğraf makinamı almamıştım, her zaman tam takım olmak şart değil, olduğu kadarıyla mutlu olabilmek güzeldir bence. Çok basit gibi görünse de, bana göre mutluluğun özü budur aslında. Olduğu kadarıyla, mütevazi ve olgun olabilmeli insan.Her şey kendi beklentilerimizle orantılıdır. Keyif zamanım gelmişti, çantamdan termosumu ve bardağımı çıkartıp derenin kenarında bir kaya üzerine oturup bir çay hazırladım kendime. Akan suyun öyle güzel sesi vardı ki, yanı başımda motorum ve elimde bir bardak çay, hayatın bu en basit ve yalın hali tam benlik. O akan suyun sesi nasıl da dinlendiriyor insanın içini ve yüreğini. Kuş cıvıltısı da eklenince tam bir bütünlük oluveriyor. Dereyi görünce paçaları da sıvamak lazım, değil mi? Suyun soğukluğunu test etmeden de duramadım açıkçası. Buralar tam fotoğraf, trekking, kamp ve piknik severlere uygun bir yer. Çevrede hiçbir bakkal ya da market yok, erzak ile gelmek gerekiyor. Çayım bittiğinde tekrar motora bindim, ancak az ilerde yolun devamı tamamen çamurlu suyla kapanmıştı. Geçmem gereken yol oydu, balçıklı çamurlu suyla dolan yolun zemini hiç görünmezken derinliği de belli olmuyordu.
Yol engebeli olduğundan ve dibi görünmeyen o kaygan zemin tehlike demektir. Tek olduğum için risk almamak gerek aslında ve hiç o yoldan devam etmemek gerekiyor. Büyütülecek ciddi bir risk yoktu aslında, ama özellikle yalnız olduğum için ve çevrede de kimseler olmadığı için risk taşıyordu. Önce biraz incelemek ve karar vermek için durdum. Ancak dururken bile öyle durdum ki, gaz verip hemen geçecek şekilde hazır konumda bekler şekildeydim, yani dururken geçmeye karar vermiştim bile. Sanki çamuru inceleyince o yoldan geçmekten vaz mi geçecektim? Kime ne anlatıyorsun ki sen kızım ya.. Kimi kandırıyorsun sen, beni mi? Seni ben avucum içi gibi tanıyorum. Sen şimdi geçiş planını yapmak için durdun orada ve zıpkın gibi geçeceksin, kandırma bizi. Eğer hiç geçilmeyecek kadar berbat durumda bir yer olsaydı zaten orayı hiç incelemeye bile almazdın, eminyet nedeniyle geri dönerdin. Motor üzerindeydim, kısa bir inceleme yaptım, neresi çok kaygan, neresi derin olabilir ve en sert zemini nerede yakalayabilirim gibi sorularıma cevap bulmak için kısa bir göz taraması yaptım, ama hiçbir sorunun kesin net bir cevabını da bulamadım, hislerime ve tecrübelerime odaklanarak fazla beklemeden hemen kalkış yaptım.
Beynim cross moda geçmişti, seleye oturmadan motoru, yolu ve çamuru hissederek suya tereddütsüz ve korkusuz daldım. Geçerken durmamak gerek ve tek hamlede bazen kayarak bazen yolu arayarak ciddi bir sorun yaşamadan çamurlu suyu büyük bir zevkle geçtim. En komiği şimdi geliyor, uzun bir geçiş olduğu halde bu geçiş yetmedi desem? Motoru çevirip tekrar geçtiğimi desem inanır mısınız? Çamur banyosu şifadır misali gibi şifa bulmak için bir daha geçmeliydim. Bu sefer başka kısımlardan geçerek tekrar o çamurlardan geçtim. Tekrar doğru istikametime dönmek için yeniden motoru çevirip tekrar o çamurdan geçmem gerekiyordu. Şımarmıştım artık, artistlik yapıyordum kendi kendime. Düşsem ve şu çamura bulansam tam yeridir, hak ediyordum artık. Çocuk oyuncağı mı bu? Tekrar geçtikten sonra nasıl olsa eve dönüş zamanı gelince yine oradan geri döneceğim için şimdilik bu çamur oyunlarına ara verip yoluma devam ettim. Yolun devamı daha da aşağı doğru ilerledi ve tam derenin kıyısına götürdü. Sığ olan bu kısım yuvarlak beyaz taşlarla doluydu, yolun devamı gibi de olsa yol derede tam burada bitmişti. Dere suyu burada çok az akıyordu ve sadece kayaların üzerinden yürüyerek geçmek mümkündü.
Derenin bu kısmında motor ile geçmeyi denemek çok saçma değil, usta bir sürücü geçebilir, ama yolun devamı hiç yoktu, o yüzden motorla geçmek tamamen gereksiz, çünkü buradan sonrasında sadece daracık bir tırmanma ve yürüme patikası vardı. Artık buradan sonra trekking başlar. Yaklaşık 20-25 dakikalık bir yürüyüs ile şelaleye gidiliyor. Kendi göletini oluşturmuş 5-6 metrelik şelale özellikle bahar aylarında görülmeye değer bir yerdir. Her tür yeşillik ve tarihi eserlere yakınlığı ile Hacıllı köyü ve şelalesi başka güzeldir. Motoru dönüş yolumun istikametine göre park ettim ve kayaların üzerinde ve suyun içinden yürüyerek biraz çevre keşfi yaptım. Hafif acıkmaya başlamıştım, çantamdan bir paket bisküvi çıkartıp güzel bir yer seçip oturdum. Sevimli bir köpek geldi karşıma, çekingen durup bana bakıyordu. Acaba aç mıydı? Tek paket bisküvimi paylaşabilirdim onunla, çağırdım ve hemen koşa koşa yanıma geldi. Çok açmış. Bir bisküvi bana iki tane ona, o şekilde paylaştım.
Ondan sonra keyiften sevinçten dans eder gibi teşekkür figürleri yaptı karata. Az sonra inek çan sesleri duyar gibi oldum. Bir baktım motoruma bakakalan bir inek, 5-6 mt mesafede durup motora bakıyordu. Yürümüyordu, öylece durdu, ne ileri ne geri. Ben de onu izlemeye başladım. Arkasından başka inekler gelmeye başladı, bir inek sürüsü geldi ve hepsi birbirine toslayarak o ineğin arkasında yığıldı kaldı, hiçbir inek ilerlemedi. Durum iyice komikleşti, resmen trafik sıkışması gibi inekler orada tıkandı yığıldı kaldı. Arkadan sürekli daha çok geliyordu, iyice bir karmaşa oluverdi. Halbuki geniş toprak yol var ve bol bol geçecek yer de vardı. O en önde duran ve ilerlemeyen inek sürünün kaptanıydı herhalde, o ilerlemeyince hepsi durdu gidemiyordu. Acaba motorumu neye benzetti, ya da hiçbir şeye benzetemediği için mi kalakaldı. “Nasıl bir inek bu” diye mi düşündü acaba? Hala durmaya devam ediyordu, çünkü ilerlerse motorun yanından geçmek zorundaydı. Sonra motorumu devirmesin sakın?
Olur mu olur, her şey mümkün. Benden korkmasın diye mahsuz hiç ayağa kalkmadım, yanına gitmedim, az sonra ineklerin geldiği yerden bir keçi sürüsü geldi ve ineklere hiç aldırış etmeden ortalığı karıştıra karıştıra hiç durmadan ilerlediler. Onlar ilerleyince inekler hareketlenmeye başladı ve keçilerin peşine takıldı. İneklerin bazısı koşarak motorun yanından geçti. İlk duran ve tüm sürünün geçmesine mani olan ineği izledim, en uzak yerden ve koşarak geçti motorun durduğu yerden, çok tatlıydı ya kıyamam ben ona. Hepsi motorun yanından geçti, bir ara sürünün içinde motorum kayboldu, hiç göremedim. İşte o an ayağa kalktım, taşın üzerine çıktım. Yüzümde tebesümlerle sürüyü izledim. Bütün hayvanlar geçtikten sonra sopası elinde çoban da geldi. Çan sesleri ve hayvanların sesi tatlı bir keyif verdi ve onlar uzaklaştıkça sesleri azalmaya başladı, sadece kuş cıvıltıları ve derenin su sesi geriye kaldı. Çok güzel bir gün olmuştu, çok doğal ve ömrüme ömür katan saatler yaşadım. Ertesi gün bakım için servisime gittim.
Motorumu görünce şok olmuşlardı, çamurdan motor tanınmaz haldeydi, her yeri batmıştı ve o durumda da kuruduğu için rengi mengi kaybolmuştu. Parça parça çamurlar yapışmıştı birçok yerinde, sanki dünya turu yapmış, en olmayacak arazilerden geçip haftalarca seyahat yapmış gibiydi halimiz. Halbuki tek bir günün gezi kalıntılarıydı. O güne ait maceralarımla yani çamurumla beraber öylece servise geldim. Dolu dolu geçen bir gezi sonrası hemen motorumu yıkayamam, adet oldu artık.
Sanki hatıralara ihanet eder gibi, değerini bilmez mişim gibi sıcak sıcağına hemen motoru temizleyemiyorum. Ama bu sefer motor fena durumdaydı, bakıma almadan önce onu yıkadılar, yapışmış balçık kolay temizlenmedi. Servis sahibi hep oradadır, o da tamir ve bakım işlerini üstlenir gerektiğinde, ben geldiğimde motorumla bizzat kendisi ilgilenir. Görür görmez sadece şunu dedi : “Kızım sen nerelerde gezdin böyle? Nerede buldun bu kadar çamuru?” Gülümsedim hafifce ve muzuluk yapmış bir çocuk gibi sessizce, neredeyse onun duymayacağı şekilde :“Birkaç defa aynı bataklık çamurlu yoldan tekrar tekrar geçtim sadece o kadar” dedim. Duydu mu, duymadı mı yoksa duymamış gibi mi yaptı bilemiyorum.
Ben ise bir önceki günün çamurunu daha fazla üzerinde tutamadığım için akan çamurları görünce üzülmüştüm.
Yollar ister çamurdan, topraktan ya da asfalttan olsun, yeterki yol olsun. Motor ister enduro, touring ya da race olsun, yeterki iki teker olsun. Keyifli gezileriniz bol olsun…