Yazar: Pervin Ozulu
3 günlük kısa bir gezi rotası
çizmiştim, ancak bazen rüzgar
son anda yön değiştirir ve
pusula rotadan farklı bir
istikameti gösterebilir. Esas o
zamanlar hayatın güzelliğinin
tam içinde buluruz kendimizi.
Şu an kullandığım motorum Yamaha Diversion XJ6 ile çok gezi planlarım vardı, ancak zaman darlığından dolayı bana göre onunla çok az yol yapabildim. Uzatılmış bir hafta sonu vardı yakınlarda ve bu kısa tatil için birkaç yol fikrim vardı. İlk olarak İğneada’ya gidip, orada kalıp doğal güzelliklerini gezmeyi düşündüm. Aslında Gelibolu-Çanakkale üzerinden bir Marmara turu yapmaya da hevesim vardı. Edirne’de yaprak ciğerin lezzetini tatmak da güzel olurdu. Çok düşünmeden Trakya – Çanakkale – Bandırma – Mudanya – Gemlik üzerinden dolanarak komple Marmara Denizi’nin etrafını dolaşmaya karar verdim. 2 gece konaklamalı, doğa yerlerini gezerek bol bol fotoğraf çekeceğim mini bir gezi yolu çizdim.
İstanbul’dan ilk önce Edirne’ye gidip oradan Tekirdağ – Kumbağ – Şarköy ‘e gitmek ilk hareket güzergahı olacaktı. Haritadan yolları inceledim ve yolu uzatmak adına hududa kadar uzanıp sınır havasını da koklama fikri hoşuma gitti. Saros Körfezi ve Eceabat’ ı gezmek de rotanın içindeydi.Çanakkale’de Şehitlik ziyaret edilmesi gereken önemli yerlerden biridir, ayrıca Truva dev bir müze şeklinde tarihi bir değere sahip, tekrar görmek istiyordum. Plan yaptıkça rota sürekli kendiliğinden genişliyordu. Assos’u da dahil edince işler karışmaya başladı. Ufak rota dedik de her yere uğrama hevesimi bastıramadığım için bir hafta tatil de olsa yine zaman yetmeyecek gibi dev bir geziye dönüşüyordu. Nasıl her şey 3 güne sığacak bilemiyordum. Sadece sürüş yapmıyorum ki, çekim için çok dururum ve ilginç bir yol görünce yolumu kaybetmeyi sevdiğim için o ilginç yollara saparım. Artık sudan çıkmış balık gibi çaresizce bir takvime bakıyordum bir de haritaya.
Korktum, Assos’a da gidersem sahilden Ege’ye Akdeniz’e doğru devam etmeyeyim sakın! Gitmişken Mersin’e de devam edilmez mi? Yok yok, Assos’a gitmek yok, geri dönemem oralardan, orası çok güzel olduğu için çok tehlikeli, çünkü İstanbul’a dönüşü yok oradan, yola devam edersin. Şirketim babamın yeri de değil ki, müdürüm ne der, Assos’a gittim de sonra birden Antalya’daydım da, anlayışlı olmayacaktır eminim. Marmara Turu yaptım diye kandırma ihtimalim de çok zayıf. Kritik durumu düşündükçe ikna oldum, normal bir Marmara Turu yapmaya karar verdim. Kısıtlamanın olmaması büyük bir kolaylık. Güzergah üzerinde uygun konaklama imkanlarını araştırdım, pek çok uygun yer mevcut. Gün içinde ne kadar yol alabileceğimi pek kestiremiyordum. Çünkü güzel manzaraları gördükçe tempo bende genelde düşer. Sürekli durur, keyfini yaşamak isterim. Yılların alışkanlığı olmuş artık, kimsenin buna katlanmasını isteyemem ve tek yollara çıkmamın başlıca nedeni budur. Bu farklı bir tutku ve özgürlük hissi verir bana. Bir geziyi çok fazla planlamamak gerek aslında, çünkü yaşamış kadar oluyor insan ve çekiciliği azalıyor.
Yolculuk günü yaklaştığında sevincim çoğaldı, ancak son anda pusula başka bir istikamet gösterdi, bambaşka yollarda kendimi bulunca anladım artık, serseri ruhlu bir gezgin olmuşum. Bütün planlanan rotayı kenara koymuştum, çünkü pusula eski Foça istikametini gösterdi. Çok şaşkındım kendime, Foça hiç ama hiç aklımda yoktu. Fotoğraf makinesinde patlayan flaş gibi oraya gitme fikri pat diye oluşuverdi. Bu nasıl bir mantıktır bilemiyorum. Kafama saksı da düşmedi ki, ama fazla da kurcalamadım, çünkü hayat açıklayamadığımız sürprizlerle doludur. Bizi farklı kılan, tutku dolu ve özgür ruhlu yapan da budur. İçimden gelen sesi, yani pusulaya kulak verdim ve Foça’ya doğru yola çıktım. Aramızda kalsın, en ince ayrıntısına kadar planladığım o Marmara turunu hala yapmadım. Uzatmalı bir hafta sonu olduğundan İstanbul çıkış yolların hepsi kilit olmuştu. Vapur ve Kocaeli Körfezi istikametine doğru giden tüm yollar kilitlenmişti. Topçular’a vapurla geçmek için Eskihisar’a yöneldim. Motor ile ilerlemek kolay ama bazen motorla bile geçmek zordu.
Ne yazık ki bu motorum çok dikkat çekiyor ve yoğun trafik keşmekeşin içinde özellikle yol vermeyen ve önümü kapatan araba sürücüleri oluyor her zaman. Bir önceki motorum naked idi, sade ve eski bir görünümü vardı, 2000 model GS 500. Onunla bu tip sorunları daha az yaşardım. Her motorcunun başına gelir bu problemler zaten, bilirsiniz. Oğluşum XJ6 Sport Touring olduğu halde Racing muamelesi görüyor ve yarışmak isteyen oluyor. Yarışı hiç sevmediğimi de belirtmem lazım. Hızı yerinde severim, ama yarış şeklinde değil. Diversion sadece 600 cc olmasına rağmen çok seri bir motor. 4 silindir ve 76 hp ile yeterli güce sahip. Kırmızı ışıkta durmak bir yarış ve kalkış çizgisi gibidir ya hani, yanımızda duran araçlar bazen bizimle yarışma fikrine kapılır. Hiç hırs yapmam, dolduruşa da gelmem, içim çok rahattır. Yolculuğuma çıktığım o ilk gün sanki tüm yarış meraklıları beni buldu. Daha yeni yola çıkmıştım, Şile yolundaydım ve sürüş esnasında bir araç yan şeridimde hızlanıp sonra yavaşlayıp ve tekrar sürat yapıp yavaşlayıp beni yarışa davet ediyordu. İlgilenmeyince yoluna devam etti.
Az sonraki kırmızı ışıklarda yanımda duran başka bir şoför camını indirdi, kaşlarının ikisi birleşikti ve tek kalın kaşın altından bana baktı, tuhaf uzun bıyıklarıyla sırıtarak “Yarışalım mııı” dedi. Hiç dikkate almadım, ne denir ki öyle konuşan birine? Cevap versem cevabın içeriğini bile dinlemez, dinlese de anlamaz ki ve sadece cevap verdiğim için kendine pay biçer. Her zaman sessiz kalmak işe yaramıyor tabii ki, bir keresinde İstanbul’da Mecidiyeköy civarında bir araç musallat olmuştu, takip ediyordu. “Madem beni takip ediyorsun, bak B planımı gör sen şimdi” dedim, arabaların arasında kaçıp uzaklaşmadım ve peşimden gelmesini sağlayacak kadar takip etmesine izin vererek direkt karakola sürdüm. Oraya kadar kendi geldi peşimden, büyük ve lüks bir arabaydı. Olayı fark ettiği an nasıl gaza basıp kaçtığını hiç unutmam. Polis memurları duruyordu bina önünde ve olayı daha anlatmadan onlar durumu anlamışlardı. Bu ilk gezi günümde üst üste hep yarış mizaçlı tipler çıktı yoluma ve kırmızı ışıkta dururken benzer bir olay daha oldu.
Bir kamyon ile yan yana duruyorduk ve o koskoca kamyonun şoförü start çizgisinde gaza mı geldi ne oldu gaz verdi, bana baktı, ama selam verir gibi bir hava olmuştu, öyle hissettim. “Sen de mi abi ya, sen de mi?” düşünüp şakadan ben de ona gaz vererek “selam” verdim. Kamyonculara karşı çok ön yargı yaygındır, birçok şoför elbette eğitimsiz olabilir. Peki her eğitimli sürücü çok mu iyi kullanıyor araçlarını? Vapurlarda ve dinlenme tesislerinde tesadüfen kamyon şoförleriyle ufak da olsa bazen sohbetlerim olmuştur. Elbette çekinmiyor değilim, ancak onlar da insan ve eminim ki onlara kötü gözle bakmakla haksızlık ediyoruz. Hep kamyoncular mı hatalı kullanıyor, çok fazla hatalı araba ve motor sürücüleri de var. Tozpembe bir dünya da yaşamıyoruz, hele Türkiye trafiği tam bir kaos. Kurallara uyum yok, hoşgörü ve uyum eksiğimiz de çok fazla ve hep karşıdakinden “ilk” adım beklentilerimizle yaşıyoruz. Bir sürüş esnasında bir kamyon şoförüne selam verin, deneyin. Ona yol verin, onu anladığınızı iletin, istisnasız memnuniyet, iyi niyet ve teşekkürler geri gelecektir.
O geri gelen teşekkür size mutluluk hissi ve enerji verecektir. Yollarda bu büyük araçlara çok dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü onların görüş açısı bizi görebilmek için çok daha kısıtlı. O dev cüsselerinin yanında bizler minik bir böcek gibiyiz. Bir çay içip dinlenmek için bir benzin istasyonuna uğramıştım. Şemsiye altında keyifli ahşap masalarda oturma bankları vardı ama hepsi doluydu, birçok tır şoförü vardı. İnsan çekiniyor öyle bir grup görünce. Ben de markete girer sonra yoluma devam ederim diye düşündüm. Marketten çıktığımda hepsi gitmişti, hiç vakit kaybetmeden hemen keyifle oturdum. Birden hepsi geri gelmez mi, gözlerime inanamadım. Kullandıkları araçlar gibi kendileri de dev gibiydi. Geldiklerinde hemen oturmadılar, rahatsızlık vermeyecek şekilde oturmak için müsaade istediler. Duraksadığım halde saygısız bir şekilde kalkıp kaçmadım, güler yüz gösterdim, iyi niyetlerini gördüm, selamlaştık ve buyur ettim. Biraz sonra çaylar ve kahveler geldi. Ben sustum ilk başta, sohbet 37 şehir kodlu plakamdan açıldı, her zamanki gibi. Nereden nereye gidiyorum diye merak konusu oldu. Sohbetten fırsat bulup onları ben de soru yağmuruna tuttum. Bir motorcuyu ne zaman göremediklerini, tır gibi büyük araçların kör noktası nerededir diye sordum. Direkt yaşayandan dinlemek her zaman faydalıdır bence.
Ayrıca motorculardan beklentileri nedir diye sordum. Kör noktaları komple tam kapının yanıymış. En çok yapılan kaza kapı yanında araç olduğunda gerçekleşiyormuş. Daha bir gün önce bir tır şoförü öyle bir kaza yaptığını anlattı ve bunun için hala çok üzgün olduğunu söyledi. Sağ tarafından bir araba geçmek istemiş, tam kapısının yanında olunca kocaman arabayı bile göremiyoruz dedi. Sağ şeride geçerken sağ kapının tam dibinde ve yanından kamyonu geçmeye kalkan arabaya çarptığını üzülerek anlattı. Lütfen görebileceğimiz yerde ve mesafeli olun dediler, yakından geçmeyin ve çok yakından önümüze direkt makas atarak da geçmeyin dediler, can kulağı ile dinledim. Karşıma çıkan tabloda, trafikte herkes diğerini birazcık da olsa dikkate alsa öyle güzel bir trafik akışı olur ki, biz bile şaşırırız. Öğrendiğim kadarıyla çalışma şartları çok dengesiz, kimi şoför otel de konaklayabiliyor ve dinlenebiliyor şirketleri finanse ediyormuş, kimisi uyuma kabinlerinde araç içinde geceyi geçiriyor. Sohbet çok saygılı geçti, karşılıklı memnuniyet hissettim. Belki de o ilk baştaki selam, bir güler yüz sohbetin devamını şekillendirdi ve güzelleştirdi. Kalkıp da gidebilirdim onlar gelince ama yapmadım. Anlaşmak güzeldir. Yolculuğumun devamı çok rahat ve konforlu geçti. Motorum asfalta değmeden gidiyordu, fotoğraf çekmek için bile duramadım.
Yolculuk sırasında en büyük keyiflerimden biridir aslında, bir manzara gördüğümde durup onu resimlemek. Hatıra olarak saklamayı ve gidemeyen dostlarımla paylaşmayı seviyorum. Bu yolculukta hiç durmadım, motorumun keyfinin kurbanı oldum. Hava güzeldi, gezi için tam idealdi. İzmir’e çok yakınlaşmıştım, sahilden Dikili – Çandarlı yolundan Foça istikametine devam ettim. Doğa sevenlere şiddetle bu yolu tavsiye ederim. Dikili yolundayken güneşin batma saati yaklaşıyordu, manzara renklenmeye başladı, köy yollarının arasından geçiyordu, eski toprak evler gördüm ve güneşin rengiyle muhteşem bir renk cümbüşüyle geçti yolculuğum. Çandarlı’ya doğru giderken manzaralar güzelleşip durdu, yamaçlardaki doğa görüntüler hızımın gittikçe düşmesine neden oldu, 60..50..40 km ye kadar düştü. Artık durmam lazımdı, etrafa bakmaktan yolu bile göremiyordum. Kısmi bozuk zeminlerden uçurum kenarlarından geçtim ve güneşin kızarıklığı her yeri kapladı. Turkuaz rengindeki deniz beni aldı götürdü. Daha ne diyeyim ki, oralara sürüş için gidin ve gezin.
O toprak yollardan geçin, uçuşan tozun ve çamurun motorunuzu kirletmesine izin verin. Günün sonunda konaklama yerinize varıp otel odasına girdiğinizde üzerinizde biriken o kat kat tozu toprağı fark ettiğinizde hissedeceğiniz çocuksu mutluluk hiç bir şeye benzemez. Ancak kirlendiğimde yol yaptığımı anlıyorum, toz toprak içinde kalmış mont ve botlarımı görmek mutluluktur benim için. Hatıra diye motorunda biriken tozu toprağı kavanoza koyup saklayan birinden başka ne beklenir ki… O ilk gün güneş battığında Foça’daydım ve öyle güzel bir günbatımı karşıladı ki beni, sırf bunu görmeye gelmiş gibiydim. Bu manzarayı anlatırlardı ve gerçekten güzelmiş, geldiğime değdi. Zaten artık gün batımı olmayan yerlerde de duramaz oldum. Mesela Çeşme’ye gittiğimde sevdiğim gibi gün batımını yakalayamayınca ertesi gün gezimi anında değiştirip yolculuğuma devam etmiştim. Foça’ya geldiğimin ertesi günü Seferihisar ve çevre gezileri yaptım. Seferihisar’da çok güzel balık yeme yerleri var, ufak bir kasaba atmosferinde çok sevimli bir yer. İsteyene şık bir Marina Restaurant’ı da var.
Ben ekmek arası balık tercih etmiştim, hem keseye uygun hem yemesi keyifli. Kese kağıdı içinde ızgarada pişmiş sıcak balığı ile gelir o ekmek. Buram buram kokularla getirilir masaya, yeşilliği ve ince ince kıyılmış soğan dilimleri konmuştur içine. Limon sıkılır üzerine, biraz da tuz ve her şey tamam olunca mideye inmeden önce ekmek bir kez sıkıştırılır ve ilk ısırıktan önce kısa bir bakış atarsın, iştahımız daha da kabarır. Midemiz ve beynimiz coşar ve iştahlı halimiz öyle bir keyifli hal alır ki, en değerli şeyimiz o ekmek arası balıkmış gibi yenir. Gezim süresince “Buralarda yaşasam mı acaba?” diye düşünmedim değil. Her yer bir parkur, her yer doğa. Seferihisar’ı tavsiye ederim, ferah sakin ve güzel bir yer. İkinci akşamımda hiç beklemediğim bir sürpriz yaşadım, gün batımını izliyordum ve yavaş yavaş güneş kızarmaya başlıyordu, bir bey izin alarak yanıma geldi. Eşi de vardı yanında. Çok saygılıydı, giyiminden ve tarzında eski bir motorcu olduğunu tahmin ettim. Motoron Dergisi’nde bir gezi yazımdan beni tanımış ve dergiyi uzatıp imzamı rica etti.
Böyle bir istek ile ilk defa karşılaşmıştım ve inanmamıştım, bu yüzden de hemen imza da atamadım. Karadeniz gezi yazıma imza istemişti, o dergiyi uzatmıştı bana. Ancak adam hiç öyle şaka veya dalga geçecek birine benzemiyordu, gayet olgun ve ciddi birisiydi. Eşi de yanında olduğundan yanlış anlamak için de bir neden yoktu. İlk başta ciddiye almadımsa da gerçekten imza istiyordu. Sanırım bu hayatımda yaşadığım en beklenmedik, beni gururlandıran ve mutlu eden olay oldu. Sayısız zorlu ve cesaret isteyen maceralarım oldu, tek başıma mücadelelerim ve beklenmedik durumlar yaşadım ama hiç bu kadar çok şaşırmadım. İmza isteyen kişi tahmin ettiğim gibi eski bir motorcuydu. 30 yıldır motor süren bir arkadaş, o akşam ailecek arkadaş olduk. Bu geceyi çok farklı duygular doldurdu, uzun bir sofra oldu, birkaç arkadaşları daha geldi. Sabah erkenden İstanbul’a döneceğim için burukluk vardı bende ve sohbeti hüzünlü hikayeler yönlendirdi. Meğer herkesin hayatı ne de zormuş, herkes ne üzüntüler yaşıyormuş.
Aslında hayatın kendisi de bir yolculuk değil midir? İnişler ve çıkışlar vardır, bazen yumuşak bazen keskin virajlar vardır, düzlükler de olur ve bir yol ayrımına gelince sağ mı sol mu derken hayatın tüm akışı seçilen yola göre değişir. Gezimin akışında da ben ertesi sabah Foça’dan ayrıldım. İstanbul dönüşüm buruk başladı, hep öyle oluyor zaten, bir gezinin sonu olduğu için dönüş hüzünlüdür. Savaştepe üzerinden gittim, yolu uzatıp daha fazla gezinerek oyalanmak için. Doğa beni hep teselli etmiştir. Kaçıncı kez Savaştepe güzergahını kullandığımı bile bilmiyorum. Severim burada sürüş yapmayı, dar yollar, tek gidiş geliş şeklinde ve her yer doğa. İlerledikçe gökyüzünde simsiyah ürkütücü bulutlar yaklaşıyordu. Daha henüz öğlen vakti idi ama fırtınayla beraber heryere karanlık çöktü. Şimşek ve gök gürültü belirtileri geliyordu gideceğim yönden. Gizemli karanlığa doğru gitmenin itici bir çekiciliği vardı, deli değilim bence sadece doğanın gücüne hayranım. Motoruma güvenim çok, ne gelirse gelsin dayanıklılığını bana ispat etmiş olduğu için rahattım. Fakat bana doğru gelen o karanlık içimi ürpertti.
Saklanacak yer yok derken aniden dehşet kuvvetli bir sağanak yağışın içindeydim. Yapılacak hiçbir şeyim yoktu. Kovadan boşalırcasına gökyüzü delinmiş gibi gümbür gümbür yağan iri yağmur damlalarıyla sağanak başladı. Kaskıma tak tak seslerle yağmurun vuruşunu, hızını ve iriliğini hissettim. Omuzlarımda yağmurun ağırlığı birikti, yol altımda tamamen kayboldu, yol yoktu, görüş yoktu, hızımı iyice düşürdüm. Bir iki dakika içerisinde sular sel olmaya başladı, bu yağmur bir isyan gibiydi. Yol kenarında durup beklemek için hiçbir müsait yer yoktu, zaten yol kenarından sular oluk oluk nehir misali gibi akıyordu. Şimşek ve gök gürleme durmadan devam ediyordu. Çok riskli bir sürüş oldu, asla unutmayacağım. Sonra sağanak normal bir yağışa dönüştü ve az az dökülen o iri yağmur damlaları sanki yere değmeden kayboluyordu. Yol kupkuruydu artık. İnanamadım ve durup yeri kontrol ettim, inanılacak gibi değildi. Yağmur vardı hala ama yol ıslanmıyordu. Kafayı yedim sandım, kısa süre sonra yağış tamamen dindi ve gökyüzünden o karanlık bulutlar dağıldı.
Susurluk’a gelmiştim ve bir Yörük Çadırı’nda durdum. Özellikle doğal ve köy havası olan yerleri severim, onlar artık çok azaldı, yerlerini modern dinlenme tesisleri aldı. Az kazananlar da ekmek yesin diye öyle salaş yerleri, teyzoşların işlettiği yerleri ve az misafirin gittiği yerleri tercih ederim. Fakat ne yazık ki hiç bir ihtiyacımı gideremedim bu sefer. Önce lavaboyu sordum, kibarlıktan WC demedim, fakat sadece ve sadece bir lavobo vardı. “Bunun tuvaleti nerede?” dedim, yokmuş. Bir yolcu hiç mi tuvalete gitmez, kendileri nereye gidiyor peki ihtiyaçlarını gidermek için? Duvara çarpıp sarsılmış gibi masaya oturdum, “O zaman ben bir tost ve bol köpüklü ayran alayım” dedim. Susurluk’taydım, başka gönül ne ister. O da yokmuş. Zaten WC olayını daha atlatamamışken bu cevap beni tam allak bullak etmişti. Hemen başka bir yiyecek alternatif aklıma geldi ve sordum “Gözleme vardır ama değil mi?” O da yoktu. Hemen akabinde “Pide var mı?” diye sordum ama sorduğuma anında pişman oldum, beklemeden cevabını kendim verdim. “O da yok, değil mi?” diye sorunca olmadığını söylediler. “Peki, ne var?” “Köfte, şiş ve et çeşitleri var” diye cevapladılar. Gözlerim ufukta kayboldu ve o an Şile yolunu özledim, istediklerimin hepsi orada var. Ispanaklı bir gözleme için neler vermezdim, yanında çay ve ayran ile ne güzel yenirdi şimdi.
Durduğum bu yerde çay bile yoktu, açlık grevine girmeye karar verdim. Şaka gibiydi resmen, ama kahvesi vardı, kahve içip karnımın gurultusuyla yola devam ettim. Sonra başka bir yerde gözüm dönmüş şekilde bir şeyler yedim, neresi ve ne yedim hiçbir şeyi hatırlamıyorum, film kopmuştu sanırım. Kayıt yok, midem doyunca reset ve restart tuşuna basmış gibi hayat yeniden başladı, beyin fonksiyonlarım geri gelmişti. Aç bir motorcu risk taşır, yemek için odaklanır ve konsantrasyon zayıflar, siz siz olun karnınızı doyurun. Zaten gezilerin çoğu yemek yemeyle bağlantılıdır, mangal gezisi, İznik köftesi, Tekirdağ köftesi, Edirne ciğeri gibi sonsuz alternatifler var. Biz midemizi pusula gibi kullanıp birçok rotayı mideye göre çizeriz. Kısa ve maceralı geçen bu gezimin sonu gelmişti, evime varmıştım. Bir gezi bitince bu aslında yeni bir gezinin başlangıcı demektir. Her şeyde de olduğu gibi, her son yeni bir başlangıçtır.
Yorumlar
Loading…