Geçen ay Artvin yolculuğumun ilk yarısını paylaşmıştım ve şimdi gezi anılarıma kaldığım yerden devam etmek istiyorum.
Artvin’e geldiğim o ilk akşam sıra dışı manzarası beni çok etkilemişti ve aynı zamanda hiç fark etmeden çok da acıkmıştım. Bir şeyler yemek için tavsiye edilen bir yere gittim. Neredeyse boştu, hatta açık açık söylemek gerekiyorsa tamamen boştu. Acaba insanlar neredeydi diye sordum içimden. Garson yemek servisimi yaptıktan sonra 6 kişilik bir grup geldi, ben o arada bir soda daha söylemiştim. Yan masa için yemekler servis edildikten sonra da bekledim ama soda gelmeyince tekrar rica ettim, unutmuş olabilir. Garson :”Kusura bakmayın, yoğunluktan getiremedim” deyince şaşırdım biraz. Yoğunluk mu? Sadece 2 masa, toplamda 7-8 kişi vardı kocaman lokantada.
Buradaki “yoğunluk” ile İstanbul’da ki yoğunluk anlayışı çok farklı sanırım. Neyse, önemli değil, o da haklıdır elbette. Sonunda en güzel an gelmişti, tatlı anına. Çeşit çeşit lezzetler bekleyerek “Tatlı olarak neleriniz var?“ soruma bir şaşkınlık daha eklendi. Tatlı yok muş. Hiç mi yok? İnanamadığımız zaman sanki cevap değişecekmiş gibi aynı soruyu tekrar sorarız ya hani, aynen öyle oldu, “Hiç mi yok?” Evet, hiç yoktu. Pazar günleri pek tatlı yapılmazmış buralarda. Sessizlik oldu düşüncelerimin arasında, sanki derelerde gürül gürül akan sular birden bir fotoğraf karesine poz verir gibi donmuştu ve kısa bir aradan sonra yutkunup sadece “Peki” dedim. Öğretmen evinin yolunu tuttuğumda açık bir bakkal görünce “işte şans kapıyı çalınca” oluverdim ve birkaç tane gofret birden aldım, akşamımı şenlendirdim.
Bir amca kenarda bir sandalyede oturuyordu, “ Ne yapıyorsun?” diye sordu. “Amca, gofret aldım dedim, size de alayım mı?” O an ne diyeceğimi bilemedim ki, kendi tatlı ihtiyacıma öyle odaklanmıştım ki, tüm dünya tatlı peşinde gibi geldi bana ve amcanın da gofret istediğini sandım. Sadece beni merak etmiş, kimim, nereden geliyorum, neden yalnız geldim, niye geldim gibi şeyleri bilmek istedi. Bu ilk akşam kırılan aynamın tamiri için yardıma gelen Artvin Club Başkanı ve Artvin Festivali için orada bulunan Cross Şampiyonu aynayı komple söktükten sonra motorumu bahçenin en gizli, üstü de kapalı dar bir yere yanaştırmışlardı. Aynı dili konuşuyoruz, hiçbir şey söylemeden tam istediğim gibi motor yerine kavuştu. Zincir, alarm ve disk kilitleri güvenlik adına ne varsa kullanıyorum.
İstanbul dışındayken ne zaman motoruma zincir taksam “Bir şey olmaz burada” derler her zaman. “Bir şey olmaz biliyorum, fakat İstanbul’dan geliyorum, böyle alıştım” derim hep, güvensizliğim yok, fakat gece uyku tutmaz beni. Gerçi yine pek uyuyamadım patırtılardan. Artvin’de konakladığım öğretmen evinde her şey normaldi aslında, ancak şunu anlamıyorum, gece yarısı sürekli patırtı sesler oldu. Başka öğretmen evlerinde de olmuştu, sürekli birileri kapıları açıp vurarak kapattı, hatta sanki eşyalar ittiriliyordu. Gece yarısı olunca hem garipsedim hem az uyumuş oldum. Kendi evimden uzak olmanın verdiği huzursuzluk her zaman vardır bende.
Aslında konaklamalı seyahatlerimde göründüğüm gibi çok rahat değilimdir. Bir hedefim var ve bunun için çeşitli fedakarlıklar yapmak gerek, cesur olup tedirginliklerle baş etmek de buna dahil. Bilmediğim yerlerde geceyi geçirdiğimde uykum hep çok hafif olur. Hiçbir zaman içim rahat olmaz ne kadar çok yerlerde konakladıysam da, bu hep böyledir ve olsun zaten, şikayetçi değilim. Uzun gezi sevdam uğruna tedirginliğimle barışık olabiliyorum. Eminim kimsenin tahmin etmediği kadar çok sıkı ve otoriter bir aile yapısında büyüdüm, birçok şey yasaktı. Mesela Üniversite’de okurken saat 17:00 de kantinimizde yapılan bir çay buluşmasına gitmek için izin alamamıştım, hatta “Gidebilir miyim?” sorusunu sorduğum için bile annem bana kızmıştı, “Sorunun cevabını bildiğin halde niye soruyorsun ki” demişti. Aşırı bir koruma içgüdüsüyle bu şekilde büyüdüm.
Bugün geriye dönüp tüm yetişme yıllarıma baktığımda kesinlikle şikayet etmiyorum, tam tersine anneme ve babama sonsuz teşekkür ediyorum. Ertesi sabah erkenden sıcak bastırmadan Şavşat daki Karagöl’e gitmeyi planladım. Bu yaz Ağustos ayı normallerin çok üzerindeydi. Aceleyle kahvaltı ettim ve büyük bir heves ile motorumun yanına gittim. Bahçede etrafta birkaç tane masa, sandalye ve bir iki kişi vardı. Kuytu köşede duran motorumun yanına geçince ne kadar da gözden uzak da olsam yavaş yavaş etrafım kalabalıklaşmaya ve meraktan kısa sohbetler başlamıştı. Bir fotoğrafçı grup vardı, Borçka’da ki Karagöl’e gideceklerinden bahsettiler. Onlar otobüs ile geziyorlardı ve güzel kareler yakalamak için yollara düşmüşlerdi. Ben de fotoğraf çekmeye bayılırım, ama motorsuz aynı keyfi yaşayamıyorum.
Sürüş sırasında manzarayı yakalamak ve o an durup fotoğrafı çekmek beni anlatıyor. O karenin değeri öyle daha anlamlı oluyor benim için. Çantalarıma fotoğrafçılık malzemelerimi yüklerken birisi bir şeyler mırıldandı :“Bu motor buraya nasıl girdi ve nasıl çıkacak ki?” diye ve hayretler içinde kafasını sağ sol sürekli sallayarak beni izlemeye başladı. Bahçeye girmek için merdivenin yanında ufak bir rampa var ve oradan girdiğim belli aslında, fakat cevapsız bırakmak ayıp olur diye nasıl geçtiğimi izah etmeye çalıştım. “Oradaki rampadan çıktım” dedim, ufak dar geçişi gösterdim, sonra masaların arasından ve sütunun yanından dönüp bu şekilde içeriye girdiğimi anlattım ve aynı şekilde de çıkacağımı söyledim. Adam bir türlü ikna olmadı. Başka bir misafir daha geldi yanımıza, bana destek vermek ister gibiydi : “Nasıl girdiyse öyle çıkacak, bak izle” dedi, fakat adam hala kafa sallıyordu.
Ben de anlatmayı bıraktım, kaskımı takıp eldivenlerimi giydim, selam verip yola çıktım. Karagöl’e gidip sonra vaktim olursa yaylalara çıkıp ve tekrar Artvin’e dönmek o günün planıydı. Ardahan’a yahut Batum’a devam edemiyordum, çünkü akşam aynam takılacaktı. Artvin şehrinden çıkmak için önce yukarıdan inmek ve bitmeyen bilmeyen o meşhur U-virajlı yolları geri gitmek gerekiyordu. Şehir beni çok etkiledi, kedine has yapısı ve ilginç konumu nedeniyle iyi ki geldim dedim sürekli. Yaşanması ve görülmesi gereken bir yer. İlk benzin istasyonuna girip tankımı doldurdum. Benzinim tam olunca heyecanlı ve sabırsız hissettim kendimi, çünkü esas şimdi yolculuk başlamıştı. Yolda beni nelerin beklediğini bilmediğim için meraklı ve aynı zamanda sevinçli bir yüz ifadesiyle yola çıktım.
Çoruh Nehrin yanına gelince o tarifsiz güzel turkuaz rengine gözümün doyması için uzun uzun baktım sonra Şavşat istikametine saptım. Tabelalar yönlendiriyordu. Bölge çok etkileyici ve ürperticiydi. Sol tarafımda kanyon misali dev kayalar ve sağ tarafımda aşağıda o büyüleyici nehir. Nehrin olduğu taraf kaymayı ve çökmeyi engellemek amacıyla taşıyıcı taş duvarlar örülmüş. Coğrafyanın çorak ve kazınmış görüntüsü hüzün hissettirdi yine. İlerledikçe manzara değişti, sağlı sollu kayalarla çevrili yollar başladı, sanki dev bir kanyonun içindeymişim gibi hissettim. Heyelan bölgesidir diye levhalar görmeye başladım ve arada bir yola yuvarlanmış büyük kayalar da vardı. Korku hissedeceğimi tahmin etmezdim, manzara ürpertici de olsa müthiş keyif aldım. Hissettiğim şey tam olarak korku da değildi, özellikle kanyon gibi dağlık bölgeden geçerken karnımın içinde heyecan hissettim.
Şavşat’a doğru ilerledikçe yeşil manzara artmaya başladı. Eski ahşap bir asma köprü görünce durdum hemen. Üzerinde yürüyebilir miyim diye inceleme yaptım. Eski ama sağlam görünüyordu, üzerine çıktığımda sallanmaya başladı, gıcırtı sesler de geldi, dikkatlice yürümeye devam ettim, yürüdükçe daha çok sallandı ve tam ortada durdum. 360 derece kendi etrafımda dönerek bir video çektim, bu harika ve tarihi köprüye bayıldım. Tarihin ve zorlukların kanıtıydı, üzerinde bazı tahtalar düşmüştü ve tamir edilmeden insanlara geçit sağlıyordu. Ne yazık ki buradaki köylere ulaşım böyle tehlikeli köprüler üzerinden sağlanmaktadır. Bu değişik bölgede sürüş yapmak muhteşemdi, en özel hatıra ve gezi olarak yüreğimde saklayacağım. Bir belgesel programının tam içindeymişim gibi hissettim. Genel olarak yollar çok düzgündü, asfalt yamasız ve çukursuzdu, yine de ara sıra yol inşaatlarına denk geldim, taşlı ve bozuk satıh, hatta kısmi çamur alanlar vardı. Çamur merakım yüzünden özellikle yolun ıslak olduğu kısımlardan geçip durdum.
Akşam aynı yollardan dönerken tekrar çamurlu yerlerden geçme umutlarım gerçekleşmedi, çünkü gün boyu güneş yolları kurutmuştu. Bulduğum her çamurlu fırsatı değerlendim ancak üstüm başım ne hale geldiğini günün sonunda öğretmen evine vardığımda gördüm. Siyah botlarımın kum gibi bej renginde olduğunu gördüğümde komik bir gülümseme aldı beni ve botlarımı odamda görebileceğim yere koymuştum. Önemli olan ufak şeylerden keyif almaktır, gerisi teferruat. O tahta asma köprüden sonra yavaş yavaş, çevreyi seyrede seyrede yoluma devam ettim. Birdenbire hiç daha önce görmediğim bir bilmece vardı yol kenarında. Gözlüklü, şapkalı, kısa kamuflaj pantolonlu, çorap ve terliklerle atı ile yürüyen birini görünce çok şaşırdım. Bu atlı bir köylü değildi. Motosiklet plakası gibi at da plaka da yoktu ki nereden geldiğini göreyim.
At yük taşıyarak serbestçe o kişinin peşinden geliyordu, çok garip bir durumdu. Bu adam buralardan değildi, fakat yabancı da değil, turist desem o da değil. Bizden biri gibi, yani Türk gibi görünüyordu her şeye rağmen. Hiç bir fikir yürütemedim. Yanından geçtimse de çözemediğim bir bilmece gibi aklımda takılı kaldı. Bu kimdi neyin nesiydi diye derken az ileride çok güzel bir manzarada durdum yine. İyi ki kimse benimle yolculuk yapmıyor, sürekli durduğum için sanırım isyan ederdi. Fotoğraf çekmek istedim ancak makinam tutukluk yaptı, demek ki o da artık isyanlara bağladı. Onunla uğraşırken az önce gördüğüm o garip kısa pantolonlu, şapkalı o atlı adam yürüyerek yaklaşıyordu. Hava da çok sıcaktı, o sıcağın altında yürümek de can ister. Merakımı giderecek fırsat mı çıkmıştı yoksa karşıma? Bulmaca çözülecekti demek ki. Meğer onun yanından geçerken beni gördüğünde onun da bir sürü soru oluşmuş kafasında. Bu bir kadın motor sürücüsü müydü az önce, nereden geliyor, buralarda ne işi var, yurtdışından mı geliyor ve kimim acaba gibi bir sürü soruları vardı.
Bu arkadaş Avusturya’dan gelmiş, Avrupa’yı yayan gezmeye karar veren bir Türk’tü, Mustafa Oğuzhan. Otostop yaparak da yol almış ve Türkiye’ye gelince internet sitesinden Bafra’dan bu atı satın almış ve yürüyerek yoluna o at ile devam ediyormuş. Neden böyle bir şey yaptığını sordum. Kalıplaşmış hayat kurallarının içinden kopup böyle özgün bir seyahat yapmaya karar verdim dedi. 10 yıl sonrasının nasıl olacağını bildiği bir hayatın içinden sıyrılmak istediğini söyledi. Buralarda Almanca konuşacağım birini göreceğim hiç aklıma gelmezdi dedi. İlginç sohbetimizden sonra vedalaşıp ben iki tekerimle o da yürüyerek yola devam ettik. Şavşat’a yaklaşıyordum, Veliköy istikametinden devam ederek Karagöl’e ulaşılıyor, bunu biliyordum ancak yine de yolda birine sormak için durdum, hem yerli biriyle iki kelime etmiş olacaktım. Karagöl‘e nasıl giderim dedim. Cevap hiç beklediğim gibi değildi.
Anlaşılan garip olaylar devam ediyor. Veliköy istikametine devam edeceksin dedi, fakat Veliköy yazan levhadan sakın girme dedi. Sessizce bekleyeyim dedim, bakalım ne diyecek daha. Beklediğimi fark etti ve şöyle devam etti: “Levha olmayan yoldan gir.” dedi. Sessiz kalma hakkımı kullanmak istiyordum aslında ama teşekkür edip karışmış halimle yoluma devam ettim. Veliköy levhasını gördüm, Karagöl’e gitmek için Veliköy istikametinden devam etmem gerekiyor fakat adamın dediği gibi o yola girmedim. O yol bozuk olduğundan güya ileride kapalıymış. Sonra birkaç yol çıktı karşıma, hiç birinde levha yoktu ve hangisini seçeceğimi düşünürken kendimi Şavşat çarşısında buldum, belli ki sapmam gereken o levhasız yolu geçmiştim. Şavşat kalesini de gördüm, harika bir görüntü. Yolun tam yanında olduğu için kolayca yakından görme imkanı oluyor. Çarşıdaki trafik İstanbul’un en yoğun saatlerini andırıyordu ve o sıcakta fazla dolaşmadan geri dönüp o levhasız yolu bulmalıydım. Artık doğru yoldaydım, ormanlık, yeşillik ve doğa muhteşemdi.
Alp dağlarını andıran manzaralar başladı, bölgeye has birbirinden güzel ahşap köy evleri görmeye başladım. İçim sevinçle doldu. Sağım solum ağaç ve manzara ile çevriliydi. Tertemiz hava eşliğinde o güzel yollar yükseklere götürdü, dağlık manzaralara baka baka yola devam ettim. Etraf çok tenhaydı. Tek tük araba geçiyordu, belli ki onlar Karagöl’e piknik yapmak için yollara düşen ailelerdi. Yolda üzüm ve kayısı almıştım, bir çeşme de yıkayıp tankın üzerindeki çantama koyup arada yoldayken meyve yemenin pek neşeli olduğunu keşfettim. Bu sıcaklarda yolda su içmenin alternatiflerini de düşünmedim değil, çenesi açılan kaskım olsaydı keyfime keyif katardım. Trafik yok, köy yollarındaydım ve aşırı sıcak insanın aklına garip garip fikirler getiriyor. Gidona bir su fıskiyesi monte edilebilir mesela, minik serinleme imkanı olurdu ya da kapalı kask için su içme hortum sistemi döşenebilir. Sıcak çarpmış beni, belli. Böyle garip fikirler İstanbul’da hiç çıkmaz ortaya. Karagöl’e yaklaşırken orman iyice yoğunlaştı, hafif serinlik bile oldu, koyu yeşil ve binlerce ağaç vardı.
Sonra gölü gördüm ve bir hazine bulmuş gibiydim, karayip korsanın yıllardır aradığı hazineyi bulmuş gibi sevindim. Atımı bir ağaca bağlar gibi motorumu park ettim ve gölün yanına gittim. Bir tesis vardı, çay ikram edildi. Ağacın altında gölgede ahşap bir masaya oturdum, masaya anahtarımı koyup sırtımı yasladım ve gölün karşısında çayımı yudumladım. İşte budur. Hayat budur. Bu keyif için her yol gidilir. 4 çay içmişimdir, hatırlayamıyorum ki, hiç kalkmak istemedim. Çay keyfimden sonra gölü gezmek istedim ancak öncesinde tesisin içindeki WC yi anlatmam lazım şu an. Kapının önünde gözleri kan çanağı olmuş dev bir kangal yatıyordu, üzerinden geçip içeriye girdim. İçerideki olayı nasıl tarif etsem bilemiyorum ki, iki kişilik WC vardı fakat o kişilik yeri ayıran ne kapısı ne de duvarı vardı. Hodri meydan gibi, iki tane tuvalet yan yana aynı odada idi. Ayrıca o kadar ince düşünmüşler ki, iki kişi için de iki tane ayrı lavabo koymuşlar, fakat hepsi tek o odanın içinde. Abla kardeş WC si yapmaya mı çalışmışlar anlayamadım. Ekonomi paket WC diye düşünmüşler, kapıya ve duvara ne gerek var demişler.
O garip yeri terk ettikten sonra gölün etrafını komple gezdim. Sessizlik içindeydi ve sakince mangalını yakan aileler vardı. Bağıran yaramaz çocuklar bile yoktu, güzellikle top oynayanlar, sohbet edenler ve yürüyüş yapanlar vardı. Bu medeni ortam çok dikkatimi çekti, etrafta çöp de hiç yoktu. Çok değişik böcekler ve kelebekler gördüm, gölün sakinliği huzur verdi. İnsan burada kendisini yeniliyor adeta. Birden hava kapandı, akşam olmadan gökyüzü iyice kararmaya başladı ve yenilenme sürecimi sonlandırdım. Dönüşte Şavşat’ın meşhur seyir tepesine gitmek istemiştim ancak hava böyle kararınca oradan görüntü de çok az olur ve dönüş yolum zorlu bir park kura dönüşmeden, şartları daha fazla zorlamadan uslu uslu dönüş yoluna girmek mantıklı geldi bana. Dönerken dümdüz ve kocaman bir çimenlik yer gördüm, bir saniye bile düşünmeden enduro misali araziye daldım, tam ortada durdum. Dağ, ağaç ve sonsuz çimenlik alanın tam ortasındaydım. Yine 360 derece döne döne bir selfi videosu çektim. Gökyüzündeki karanlığın arasından aydınlık ışıltıları gelmeye başladıysa da Şavşat seyir tepesine yine de gitmedim.
Bir daha geldiğimde giderim diye avuttum kendimi. Dönüş yolu üzerinde ufak bir köfteci vardı, yol üzerinde başka bir yiyecek yeri yoktu zaten, manav var, çeşme var, mısırcı ve çay yeri vardı. Tek orası var zaten tüm yol üzerinde ve yiyecek ne varsa kabulümdü. Gündüz oradan geçerken suyumu ve meyvelerimi almıştım. Tüm gün açlığımı unutmuş gibiydim, 1 porsiyon köfte söyledim fakat sadece 4 adet köfte geldiğinde bakakaldım. Baktıkça köfteler çoğalmadı ne yazık ki, tek çare ekmek dilimleriyle ekmek arası yapmak oldu, çok şükür karnım doydu. Ne umduğumu değil ne bulduğum önemli. Gariptir ki 2.ci porsiyon köfte almayı akıl edemedim. Bu tip teknik arızalar normaldir, fazla rüzgar çarpmasından olmalı. Yola devam ettiğimde çevre çoraklaşmaya ve yeşillikler iyice azalmaya başladı.
Artvin’e doğru ilerledikçe yolun ürkütücü haline güneş batımı ve bulutların oyunu eklenince gizemli bir sürüş yaşadım. Öğretmen evine vardığımda aynı anda aynamı takmak için Artvin Motosiklet Club Başkanı Uluer Çelik’e denk geldim, aynayı getiriyordu. Nasıl şaşırdım anlatamam. Festival hazırlığı nedeniyle hiç zamanı olmamasına rağmen özverisi beni çok mahcup etti. Şans eseri aynı ana denk geldik o akşam, saati hiç konuşmamıştık. Gösterdiği sonsuz desteği için ne kadar teşekkür etsem azdır. Evimden yüzlerce km uzaktayken, Türkiye’nin diğer ucundayken ve yabancısı olduğum bir şehirde saygılı arkadaşlık ve yardımlaşma görmek teşekküre değer. Bu arada gündüz hiç bahsetmek bile istemediğim konuyu artık söylemem gerekiyor, çünkü gezimin sonunu getiren İstanbul’dan o telefon geldi. İş gereği acil olarak İstanbul’a dönmem gerekiyordu.
Gezinin başlangıcında bunun olacağını bile bile yola çıkmıştım, kısıtlı zamana rağmen yola çıkmaya ve her tür sürprizlere değerdi, bu gezi ya yapılacaktı ya yapılacaktı. Ertesi sabah kahvaltıyı yapmadan hemen dönüş için yola çıktım. Cankurtaran geçidine yaklaşırken yol durumu hakkında bilgi veren ışıklı, yazılı tabelalar vardı, aşırı sis olduğu yazılıydı. Ancak Cankurtaran geçidi hiç olmadığı kadar berrak ve açık geçti. Hopa’ya vardıktan sonra sahil şeridinden devam ettim, istikamet Samsun. Kız arkadaşım Gülten’ime uğramadan İstanbul’a dönemezdim, Gülten geçit vermezdi. Fakat hava anormal sıcaktı, sürekli durma ve bir şeyler içme ihtiyacım vardı. Belki de dönüş yolu olduğu için mi bilmiyorum gidesim yoktu. Ucunda İstanbul’a dönüş vardı ve havanın aşırı sıcaklığı beni zorladı. Kaç defa durup denize atlamak ve günü deniz kenarında geçirmek istedim ancak yola devam etmeliydim.
Sahil şeridinden Perşembe üzerinden gittim. Perşembe’nin diğer adı “Sakin Şehir” miş. Sahil manzarasının içinde Çamburnu Restaurant adında bir tesiste durdum, balık söyledim. Çok şık ve temiz bir yerdi, aynı zamanda da aileden aileye devretmiş epey eski bir dinlenme tesisiydi. Sahibi çok tatlı bir teyzeydi, beni merak edip masama geldi ve yanıma oturup sohbeti ile soframı şenlendirdi. Balığı çok ince bir mısır unu ile kızartıyorlarmış buralarda ve o yüzden çok hafif olurmuş. Gün batımını yolda izledim ve Samsun’a vardığımda Gülten ile ve çoluk çocuk ile sarmaş dolaş olduk anında. Karanlık çökmüştü artık ve hala aşırı sıcaktı, T Shirt’üm, tüm kıyafetlerim su içindeydi. Tüm gece sohbet ettik, gözlerim kapanmıştı ama biz hala konuşuyorduk, hatta bunun bir yetenek olduğuna kanaat getirdik. Ertesi sabah nefis bir kahvaltıdan sonra son gün direkt Tosya bölgesi üzerinden, paralı yoldan oyalanmadan hızlıca İstanbul’a dönerim diye planladım, rahat rahat süzülür giderim dedim, ancak hiç öyle olmadı. Aşırı sıcak ve boğucu hava, nem ve ateş gibi esen rüzgar beni çok zorladı.
Bu çöl sıcağında motor kullanırken sürekli ağırlık hissettim ve karşıma çıkan hız limitleri yüzünden sık sık yavaşlamak zorunda kalınca daha da ağırlık hissetmeye başladım. Aşırı boğucu sıcaktan gözkapaklarımın ağırlaşmasına mani olamıyordum. Sürekli durup yüzümü yıkadım ve sürekli su soda içtim. Motorun kendi sıcağı da bacaklarıma vurmaya başladı ve dizlerimin içi kızardı. Daha önce böyle bir şey hiç yaşamadım. Bu motorumla 45 derecede geçen sene yaz ortasındaki gezilerimde böyle zorluk olmadı. Fotograf çekmek için değil, sırf su ve soda içmek için durdum sürekli, hatta gözlerimi kapatıp dinlendirmeye çalıştım her durduğumda. Kısa molalar ağırlığı hafifletmedi. İyice dinlenmem gerektiğine inanmıştım artık ve karşıma çıkan ilk tesiste durup uzanacağıma karar verdim.
Yüzümüze veya açıkta kalan kollarımıza vuran sıcak rüzgar serinletiyor gibi düşünüyorsak da aslında su ve nem kaybına neden oluyor ve cildimizi kurutuyor, yorgunluk yaratıyor. Nem ve su kaybını önlemek için bol bol sıvı tüketmek gerek, soda, su ve ayran gibi farklı içecekler tüketmek enerji verir. Yorgunluk olduğunda düşünme hızı ve dolaysıyla refleksler yavaşlar. Çok dikkatli olunması gereken bir durumdur bu. Çekinmeyin ve utanmayın, güvenilir bir tesiste hatta en zor durumlarda hemen kenara çekin ve gözlerinizi dinlendirin. Sıcaktan asfalt üzerinde sıcaklık dalgaları bile gördüm. Aslında itiraf etmem gerekiyorsa epeyce bir uykusuzluk da vardı, aslında başlıca zorluk nedenim buydu. Gülten’imle sohbetlerimiz sabahı buluyordu az daha, ama sohbet olmadan da olamazdı ki. Sıcak hava uykusuzlukla birleşince maceralı bir dönüş oldu ve çok farklı bir anı olarak yer edindi.
Öğleden sonrasıydı ve bunaltıcı boğucu çöl sıcağı hala aynen devam ediyordu. Açlık bile hissetmedim, tüm gün hiçbir şey yiyemedim, sürekli sıvı tükettim. Artık yorgunluktan çölde bir serap görür gibi ağaçlar içinde gölgede büyük bir tesis gördüm, hemen o tesiste durdum. Bolu istikametine girmeden önce ki Petrol Ofis Benzin İstasyonuydu bu. Tesadüfen çok güzel bir yere denk geldim, üzeri kapalı ve gölgede duran ahşap piknik masaları olan geniş bir dinlenme yeriydi. Masaya yastık yapıp, botlarımı çıkartıp en az 50 dakika kestirdim. Kalktığımda hala çok sıcaktı ve hala açlık hissetmiyordum, ama o ağırlık halimden kurtulmuştum ve zinde hissettim kendimi. Benzinimi doldurup evime varmak üzere yola devam ettim. Sakarya’da büyük bir dinlenme tesisinde daha durdum. Hala kavurucu güneş vardı, durunca ter boşalıyordu. Yine içecek aldım, yine 3 çeşit, soda ayran ve bir çay. Yolculuğun son anlarıydı, burukluk ve ayrılma hüznü hissetmeye başladım. Ertesi sabah önemli bir iş için iş yerine gidecektim, tüm bu ani dönüş yol macerası bunun içindi. Hayat böyle işte, sürprizlerle dolu, yaşamak budur bence.
Dönmeseydim hala Artvin sonrasındaki yollarda olurdum. Yorgunluğum tamamen gitmişti ve sürüş yapasım vardı, yeni mi açıldım ben yoksa? İstanbul’a varmak üzereydim ve hala yol yapasım vardı. “Yeter kızım” dedim kendi kendime. Paralı yol bittiğinde OGS geçişimde 10.40 TL yazdı. Yorumsuz kalmak istemiyorum, bu ücretin neye istinaden alındığını merak ediyorum. Birçok bozuk zemin ve eksik levhalar vardı, güven vermeyen ve çok dikkat gerektiren bir yol. Bu paralı yollara “Her şey doğru ve kontrol altındadır” diye güvenmeyin. İstanbul’a varınca artık iyice beton ve kupkuru bir şehir ortamın içindeydim, bunca manzaralı yollardan sonra ilk defa şehir e gelmiş biri gibi hissettim. Ne kadar karışık, ne kadar agresif bir ortam vardı. Hemen sakin insanların yaşantılarına alışmıştım ve senelerce yaşadığım İstanbul’u yadırgadım. Bir an önce evime gitmek istedim sadece.
Gezinin özünü yaşamak ve tadını sürdürmek istercesine hemen evime gittim. Motorumu garajında park ettim, atın teri üzerinde soğumasın diye örtü örtülür ya, ben de benzerini yaptım. Yumuşak bir örtüsü vardır oluşumun, onu örterim, zaten çatının altında çok kuytu bir yeri vardır onun. Çantaları indirdim, boşalttım. Yarın sabah iş gereği erkenden motor ile çıkacağım için motoru ona göre hazırladım hemen. Artvin yolculuğun kırıntılarını yaşıyordum ve hala aklım günlerdir güzel geçen yolculuktaydı, sanki hala İstanbul’a gelmemiş gibiydim. Yarın sabah işim için motorumla yine yola çıkacaktım, kısa mesafe de olsa İstanbul’a adapte olmuş olmam gerekiyordu. Çok şükür bizler motorcular her duruma bukalemun misali uyum sağlayabiliyoruz. Anlayışlı ve pozitifiz. Gezimi aniden bitirmek zorunda kaldığım için üzülmedim, sonuçta her biten bir şeyin ardından yeni bir başlangıç olacaktır ve sadece başla, yeniden başla, çünkü yol seni hayallerine ulaştırır…
Yorumlar
Loading…