Menu
in

Yedigöller Milli Parkı’na Mutlaka Motosikletle Gidilmeli

Yazar: Pervin Ozulu

Doğayı seven herkes buraya bayılır, motorunuz var ise mutlaka motosikletle gidin.

Sonbahar en sevdiğim mevsimdir ve istisnasız her yıl bu mevsime girince Yedigöller aklıma gelir, sayıklamaya başlarım “Ah hala bir gidemedim” diye. Daha önce gitmedim mi? Gittim, ama büyüleyici sonbahar manzarası beni hep yeniden çeker, sanki hiç gitmemişim gibi tekrar gidesim olur. Yaz mevsimin bitiminde sonbahar ile beraber motosiklet gezileri için bence en güzel zaman başlar. Sararan yapraklarla birlikte doğadaki çeşit çeşit renklerle yılın en güzel manzaraları serilir önümüze. Hele o turuncu ve sarı renkli yapraklar, kızaran yapraklar ve hala yeşil tonunu koruyan ağaçlar etrafımı sardığında kendimi kaybediyorum. Bu sanat yelpazesinin tam içinde motorla yol aldığımda sevinç çığlıklarıyla haykırmak istiyor canım, bazen gözyaşlarım bile akar yüzümde.

 

 

Tatlı esintilerle bazen ağaçlardan bir sürü yaprak aynı anda dökülür ve havada kendi etrafında döne döne uçuşur, geçtiğim yol konfeti geçidi gibi oluverir ve sonra yavaş yavaş aşağıya doğru süzülürler. Bazısı üzerime düşer, onları yaşayabilmek için motorumu yavaş yavaş sürdüm. Dökülen ve havada uçuşan yüzlerce yaprakların arasından motorla geçmek rüya gibiydi, ağır çekim bir filim sahnesinin tam ortasında ve başrol oyuncusu gibi yaprak geçidinden süzüldüm motorumla. Onlar hem çok güzeldir ama çok da tehlikelidir, çünkü gizli risk taşırlar. Kuru görünen yaprakların altına güneş girmediğinden ve sonbaharda hava daha serin olduğundan yaprakların altı nemli ve ıslak olabilir, hatta bazen göremediğimiz çamur dahi olabilir. Islak ve birbirine yapıştıklarında çok kaygan olurlar ve buz pisti gibi bir zemin oluştururlar.

 

 

Motorla üzerlerinden geçerken çok temkinli olmak gerekir, yine de her şeye rağmen yaprakları çok seviyorum. Çocukken bile o çekim gücünü yaşardım, hele sokaktaki temizlik görevlilerinin yerlere dökülen yaprakları toplayıp kenarda istifledikleri yaprak tepeleri yok mu? O tepecikler benim için ne büyük eğlenceydi. Etrafta görevli yokken sırtüstü o pufidik yaprak yığıntıların içine atardım kendimi ya da koşup havadan tam ortasına zıplardım. Tüm yapraklar etrafa saçılırdı ve yukarıya doğru havalanırdı, süzülmelerini seyrederim ve döne döne uçuşarak etrafa dağılırlardı. Allah’ın sopası yok ya, bir gün (hala çocukken) öyle bir yaprak tepesini dağıtmak ve havalandırmak için tüm var gücümle ayağımla tekme atar gibi o yaprak destesine ayağımla vurdum. Tam ortasında meğer yaprakların altında saklı kalan ve komple örtülmüş kocaman bir taş varmış. Vurduğumda ayağım koptu sandım, bittiğim an oydu diyebilirim, gözlerim yaprak yerine şimşek gibi uçuşan bir sürü yıldız gördü sadece. Her yerde minicik parlak yıldızlar kayıyordu.

 

 

Dilek tutsaydım iyi olurdu ama o acıyla neye uğradığımı şaşırdım, yine de hiçbir şey olmamış gibi davrandım, belki temizlik görevlilerin oyununa geldim, intikamın tatlı yüzüydü belki. Canım yandıysa da durumu kontrol altında tutmak istedim, hem suçlu olup mızmızlanamazdım, sonuçta bu tamamen kendi kabahatimdi. Öngörünün ne kadar önemli olduğunu orada öğrendim ve o tepenin altında bir taşın olabileceğini ve tahmin gücümü kullanarak olasılıkları düşünmek zorunda olduğumu da öğrenmiş oldum. Bu basit gibi görünen maceram bana bir hayat dersi verdi, öngörünün ve olasılıkların önemini çocuk yaşta kavradım. Motosiklet için öngörünün ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Motor kullanımı için eğitim şart deniyor, elbette eğitim çok yararlıdır, ama hayattan kendimize göre yaşadığımız tecrübeler ve eğitimimiz kadar hiç bir şey etkili değildir. Ben hep kendi yağımda kavrulmuşumdur, hiçbir motosiklet eğitimi almadım daha. Tamamen doğal, kendimi yetiştirdiğim ve olduğum gibi olmayı seviyorum. Yolculuklarıma yalnız çıkarken hala neden korkmadığım sorulur. Korku çok faydalı bir duygudur, sadece onu anlamak ve baş etmek gerekir. Neden korkmadığımı bir iki cümlede cevaplayamam, çocukluğumdan beri hayat derslerimi hep biriktirmişimdir, en ufak şeylerden bile kendime pay biçmişimdir, bir nevi hayata yatırım yapmak ile eş anlamlı oldu. Öğrenmeye de devam ederim, hayattan, duyduklarımdan ve en önemlisi kendi yaşadıklarımdan.

 

 

Ayrıca soğukkanlı ve sakin bir yapım var, empati kurup analiz etmeyi severim. Korkuyla nasıl baş edeceğimi çocukluğumda öğrendim, bu konu aslında hiç motosiklet ile ilgili de değildir, bence bu tamamen özgüven, istek ve kişilik meselesidir. Korku canımızın yanmasıyla çoğunlukla bağlantılıdır. Canımıza bir şey olur diye korkarız ve canımız yanınca da korkarız. O gün o taş yüzünden ayağımın acısıyla korku da yaşadım, çünkü tenha bir parkın içindeydim ve yalnızdım, çaresizlik de korkuya nedendir. Savunmasız ve aciz görünmek istemediğim için korkumu yenmek zorundaydım. Etrafı süzdüm, kim var kim yok, kontrol mekanizmam devreye girdi, acım da olsa deliler gibi bağırmadım ve sessiz kaldım. Etrafta bir temizlik görevlisi var mı diye de bakındım, mahsus yapılmış olabilirdi belki, bilemedim doğrusu. Yine de tesadüftür diyelim, insanın aklına doğal olarak soru işareti geliyor tabii. O gün bir an önce oradan uzaklaşmak için hiç bir şey olmamış gibi yürüyerek gittim. Hey gidi günler hey…

 

 

Onlarca sene geçti üzerinden, hala bir yaparak tepeciği görünce onu dağıtmak istiyorum, içim fena oluveriyor. Nihayet bu sene hasret kaldığım yaprakların renk cümbüşünü görmek için Yedigöller Milli Parkına yola çıktım. Motosiklet ile oraya yaklaşırken henüz varmadan bile manzaralara hayran kaldım, iki teker ile topraklarımızda sürüş yapmayı çok seviyorum “Türkiye’m, sen çok güzelsin”. Bu güzel ülkemizin doğal harikaları ve sonsuz tarihi varken illaki yurtdışına gitme hedeflerim hiç yoktur. Gerek duymuyorum, vatanımdaki doğal güzellikler bana dolu dolu yetiyor, topraklarımızda sürüş yapmanın değeri çok kıymetli. Gezi esnasında bir Türk çayını nerede içebilirim ki başka? Yedigöller’e giderken dağlarda bile çay bulunuyor. Oraya gitmek için Bolu yolunu kullandım. Yükseklere tırmandığımda yol kenarında bir dinlenme tesisinin bahçesinde serpme köy kahvaltısı yedim, çaydanlıkla misler gibi çayımı içtim. Motorum da park halinde tabii ki tam gözümün önündeydi, tipik motorcu karakteri. Bolu yoluna devam ettiğimde Kartalkaya istikameti üzerinden devam ettim, ancak sonra yolu şaşırdım. Bozuk, dar ve toprak bir köy yolunda buldum kendimi, ama yolun devamı beni yeniden doğru yola verdi. Bu ufak karışıklık beni zaten daha da mutlu etmişti. Levhalar bence biraz yetersiz, yolu hiç bilmeyen biri zor bulur diye düşünüyorum. Milli parka yaklaşmaya başlayınca manzaralar daha da güzelleşiyor, yol iyice yükseklere tırmanıyor, yollar tertemiz ve yeni asfaltlanmış.

 

 

En yükseğe geldiğimde dar bir geçit var, köylüler bir mola yeri yapmış. Çay ocakları ve fırın patates vardı, orada durmadan geçilmezdi. Yedigöller’e Bolu – Hamzabey-Çukurören tarafından gelmiştim, yaklaşık 40 dakika boyunca 1.600 metrelere kadar yüksekten gittim. Bu mola yeri iki tepenin arasındaki dar boğaza Gurbettaşı deniliyor. Yolun devamında iniş başlıyor. Şanslıydım teyzeler çay demlemişti. Hava tatlı bir sonbahar serinliğindeydi, az biraz sis vardı ve manzaraya gizemli bir hava veriyordu. Sıcak bir çay ve sıcak patatesler kral sofrası gibi olmuştu anında. Arkamda önümde her yerde dağları görüyordum ve bu mola yerinden geçen herkes duruyordu. Tesadüfen tanıdığım birkaç motorcu geldi, mola için durdular, ufak bir grup kurmuş geziyorlardı. Sohbet tabii hep motor hakkında oluyor, bitmez bu keyifli konular.

 

 

Allah herkese sıhhat ve afiyet versin, güzel ve saygılı sohbetlerimiz bol olsun. Bu mola yerindeki manzara ve çay için mutlaka durmak gerek, sadece yorgunluk molası için değil, motoru o dağların önüne park edip manzarayı seyretmek gerçekten çayın tadını daha da güzelleştiriyor. Böyle muhteşem yerlerde durduğumda hemen oturamam. Çayım masaya gelir, fakat ben hala etrafta geziniyor bakınıyorumdur ve fotoğraf çekiyorumdur. Çayın yanında kaskım masada olur ama ben yokumdur. Kapadokya’da en garip olanını yaşamıştım. Fotoğraf çekmek ve çevreye bakınmak için durduğumda kaskımı çıkartacak vaktim bile olmadı. Heyecandan motoru park ettiğim andaki sonraki saniye peri bacasına koştum, düz kaygan bir tırmanış rampası vardı, sert ve kuruydu. Kumlu olduğundan çok kaygandı.

 

 

Nedensiz bodoslama ve kask kafamda elimde fotoğraf makinamla tepede yaz sıcağı o peri bacasına tırmandım. Halim gerçekten çok komikti, kaskı çıkartmadan o sıcakta etrafta dolanan bir modeldim. Bir turist o halimin fotoğraflarını çekip durdu. Geri döndüğümde peri bacası tırmanışında kaskı güvenlik nedeniyle çıkartmadım dediysem de adam ve eşi gülümsemeye devam etti. Almanya’dan gelmişlerdi, epey ilgilerini çekmişim anlaşılan. Sonra adam tırmanmaya çalıştı ama sürekli kaydı ve vazgeçti. Rövanş için eşi benle bir oldu ve kocasının o haldeki fotoğraflarını çekti.

 

 

Yedigöller’e giderken de bu mola yerinde önce bir sağ bir sol her yeri gezdim, ama bu sefer kaskı çıkartmıştım. Gezinirken çayım soğumuş olsa da fark etmez, onu da içerim sonra sıcak gelir onu da sıcak sıcak içerim. Bu mevsimde kış öncesindeki güneşin coşkusu kitap yazdırır cinsten olur. Eğer öyle pırıl pırıl bir havada haftasonu Yedigöller Milli Parkında giderseniz, bence mutlaka motorunuzla gidiniz. Hem keyif açısından hem Milli Parkın içindeki yollar çok dar ve resmen şehir trafiği gibi çok sıkışık olabiliyor ve park sorunu bile yaşanıyor.

 

 

Yolun kenarına park eden araçlar olunca gelen ve giden araba yan yana zor geçiyor, geçemiyor. Motorla gelince bu sıkıntıyı çekenleri görmek üzüyor insanı ama başka bir derdimiz de yok çok şükür. Zaten motosiklet ile gelmek gerek böyle doğa yerlerine, çünkü doğa ile bütünleşmenin en ideal yolu budur. Motosiklet giriş ücreti 8 TL idi yanılmıyorsam. İçerideki göllerden en sevdiğim göl Nazlıgöl’dür, okyanus rengindeki turkuaz rengi büyüleyici. En komik göl bence Kurugöl. Göl hakikatten kuru, içinde hiç su yok. Parkın içinde bol bol mesire alanları var, mangal yasak tabii. Ufak da olsa bir büfe bulunmaktadır. Çadır kuran çok vardı, fotoğrafçı grupların da bol bol olduğu yerdir burası. Ayrıca sayısız yaban hayvanı barındırdığı için Yedigöller Milli Parkı, tam bir doğa cenneti durumundadır. Gölleri sayarsak: Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl›dür. Yedigöller Milli Parkı’nda Kapankaya Tepesinde bir Manzara Seyir Yeri bulunur, 1380 m yükseklikten manzara seyretmeyi tavsiye ederim. Gölleri geçtikten sonra Mengen istikametine devam edince yol akan derenin yanında hep seyir eder. Oradaki manzara tam bir yaprak cennetidir. Hava birden bozulmaya başlamıştı, gündüzün aydınlığı yoktu artık ve yağış başlamıştı.

 

 

Sağanak yağışa dönüştü, zaten artık dönüş zamanı gelmişti. Dönüp tekrar o dar geçit e vardığımda sis her yeri esir almıştı. Yolun az ilerideki aracın ışığı dahi komple araba neredeyse hiç görünmüyordu, görüş mesafesi yok gibiydi. Sis o kadar yoğundu ki, iri su damlaları her yeri ıslatıyordu. Yağmur olmadığından su damlaları vizörün üzerinde kalıyordu, aynalar iptaldi, komple buğulanmıştı, yol kayboldu, yol kenarı bile görünmüyordu. Ağaçlar sisin içinde korku filmini aratmayacak sahneler sergiliyordu. İçim heyecanla ve ürperti ile doldu. Anayola çıkıncaya kadar yol boyu sis devam etti. Kocaeli istikametine giden otoyolda sis artık hiç yoktu ama hatırı sayılır çok şiddetli bir sağanak yağış vardı. Bir ara yağmur diner gibi olmuştu ve az ileride feci bir kazaya şahit oldum. Bir araba bariyerlere doğru savrulmuştu, sürücü araç hakimiyetini kaybetmişti sanırım. Birden trafikte bir kaos oldu ve bizler motorcular için bu çok tehlikeli bir andır. Herkes kazaya bakmak ve icabında durmak ister ve tüm dikkatler oraya odaklanmıştır.

 

 

Dikkatlice geçmeye çalışırken ne yazık ki dehşet içinde kaldım. Aracın içinden fırlayan şoför bariyerin tam dibinde yatıyordu, ama sadece üst gövdesi vardı. Bariyer yüzünden o adam karnından kesilerek bölünmüştü, vücudu ikiye ayrılmıştı. Korkunç bir olaydı, binlerce şey geçiyor insanın o an aklından. Motor tehlikelidir derler ya hani hep, en kötüsü hala kask takmayan birçok motorcu var.

 

 

Bu kaza arabayla olmuştu ve bir hayat korkunç şekilde can vermişti. Burada çıkartılacak tonlarca ders var ve acı var. O kişinin ailesi, çevresi kaç yüz kişi o bir kişinin ölümden etkilenecek ve asla eskisi hayatına devam edemeyecek. Sadece kendi canımızı korumakla sorumlu değiliz, ailelerimiz ve sevdiklerimiz için de elimizden gelen her şeyi yapmak zorundayız. Yaşam ne kadar narin bir iple bağlı ve anında her an sönebilir. Çok kaza gördüm yollarda, ama bu çok korkunçtu. Bir anda her şey bitebiliyor işte ne yazık ki.

 

Son zamanlarda hepimizin yaşadığı acıları ve kayıpları telaffuz bile edemiyorum, hepimizin yüreği parçalanıyor ve acı içindeyiz. Bu kaza görüntüsü gözlerimin önünden silinmediği gibi ülkemizin yaşadığı acı olayların da hiç biri silinmez. İçim kapkaranlık olmuştu, zaten hava da çok erkenden gece gibi olmuştu, sağanak da sel dereyi aratmayacak şiddetteydi yeniden. Yağmur bir teselli gibi iniyordu gökyüzünden, her yeri temizlemek istercesine delice durmadan saatlerce devam etti. Keşke yağmur her yeri temizleyebilse.. Sıhhatimiz el verdiği sürece motorumuzla huzurlu sürüşlerimizin devamını diliyorum.

Cevap bırakın