Geçen ay paylaştığım gezi yazımda kırılan manetin yenisi takıldığında aynı gün Tekirdağ’a gittiğimden ve Silivri’den 25 kilo kavun alıp İstanbul’a geri döndüğümden bahsetmiştim. Yeni maneti bir gezi bahanesi olarak kullanmıştım hemen. Ancak en çok merak ettiğim konu, kırılan sol aynam yenilendiğinde yolum nereye düşeceği idi.
Daha önemli bir parça olduğu için sadece Tekirdağ git gel yetmez diye düşündüm. Nasıl kırıldığını hatırlatmak gerekirse, kumlu mıcırlı dik yokuşta inmeye çalışırken dengeyi kaybedip motoru yere bırakmak zorunda kaldığımı söyleyebilirim. Üstelik topcase’in içinde de sıcak ve kıymetli pidelerim vardı, bu en önemli mevzuydu aslında. Güzel bir Ramazan akşamıydı, pideler nefisti ve o devrilme anından sonra artık gerçek bir endurocu olduğumun lezzeti de vardı soframda. Annemin evine varmak için son 200 metrelik yol dimdik bir yokuştur, yokuş olsa iyi de bolca kumlu hatta aslında ince un gibi tozlu, mıcırlı ve kaygan zeminli bir yokuştur o yokuş. Kumlu, iri ve ufak taşlı bu yokuş, köydeki en kötü yoldur ve o yolu yıllardır motor ile inip çıkarım.
Bir gün o yokuşu inemeyeceğim diye içimden hep geçirirdim ve sonunda da oldu. Traktörler iyice yolu bozmuştu ve yürüyerek bile inmek ve çıkmak mümkün değildi artık. Belediyeye kaç defa haber verdiğimiz halde sürekli yapacağız ve halledeceğiz cevabı alırdık sadece. Sol manet ve sol aynam kırılmıştı ve bu olayda üzüntünün yerine farklı şeyler hissettiğimden dolayı artık gerçek bir endurocu olduğum an diye bahsetmiştim sizlere. Değişen parçalar için güzel geziler nasip oldu. Yeni manet takıldığında 400 km’lik kısa bir Tekirdağ turu ile kutlama yaptım adeta. Aynasız aynasız da gezmeye devam ettim, bu şekilde birkaç gün içinde 2.000 km yol yaptığımın farkına bile varmadım. Aslında sol ayna çok önemli, ancak aynasız sürüş yapmaya öyle alıştım ki sol ayna takılınca yeniden “ayna var” moduna geçmek için epey çaba sarf ettim.
Her iki tür sürüşe alıştım. Aynanın faydası sadece yan tarafı görmek değilmiş, bir ayna eksik olunca motorun simetrisi ve kontrolü de bozuluyor. Dar yerden geçmeyi ve ortalamayı zorlaştırdı. Evimdeki garajımdan motorumu dar bir rampadan çıkarırım ve tek bir ayna olmayınca motoru ortalarken ilk zamanlarda zorluk yaşadım. Meğer en çıkıntılı olan aynalara göre rampada motoru ortalıyormuşum. İnsan yaşadıkça öğreniyor, ayna sadece ayna değilmiş meğer. Manetimin ve aynamın kırılmasına sebep olan o yokuş sonunda asfaltlandı. Annem belediyeyi sürekli aradı ve baskı yaptı. Yetkililere teşekkür ederiz. Aynasız sakın gezi yapmaya kalkma diyenler oldu, fakat benim için sürüşten vazgeçmem için bir neden yoktu. Hem yeni bir tecrübe ve hayatıma ufak da olsa kendimce yeni bir başarı hevesi olacağından da vazgeçemedim.
Her zaman zorlukları sevmişimdir ve başarmak sıkıntılı bile olsa büyük bir keyiftir. Başarı vazgeçmemekte yatar ve bu altın kuralı dünyanın en büyük bilim adamlarından Albert Einstein şöyle ifade etmiş : “Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum.” Hatta yeni ayna bahanesiyle nerelere gezi yapacağımı düşünüp durdum ve sabırsızlandım açıkçası. Bu sefer adam akıllı büyük bir gezi olmalı. Şöyle birkaç bin km’lik yol tam idealdir. Ne yazık ki zamanım pek yoktu, iş gereği İstanbul’dan fazla uzaklaşmamalıydım ama aklımdaki hedef Artvin’di. Zaten hep niyetim vardı, şöyle bir Karagöl, Şavşat ve Artvin yapayım dedim. Neden olmasın ki? Zamanım çok dardı yine de yola çıkmaya karar verdim. Zamanım dar, çünkü iş güç nedeniyle aniden İstanbul’a dönmek zorunda kalacağımı biliyordum. Bunu bile bile yola çıkmak delilik mi? Bu bence macera ve bilinmeyene doğru bir sürüş. Zamanım olursa sınırı geçip Gürcistan’da Batum’a kadar devam edebilirim diye içimden de geçirmedim değil. Şu hudut olayı çok ilginçtir bence. Yol devam da etse bir yerde sınır var ve kontroller olur, sonrasında o aynı yol devam da etse yeni bir ülke fikri heyecan verir. Her yerin kendine has güzel manzaraları vardır.
Başka bir ülkeye gitmek illaki olmazsa olmaz değildir benim için, kendi ülkem bana dolu dolu yeter. Şehirlerimizi gezmiş olmak, farklı coğrafyaları görmüş olmak, kanyonlar, şelaleler, yaylalar ve değişik yörelerin insanı ile kısa da olsa sohbet etmiş ve tanımış olmak benim için anlamlı ve değerlidir. Gezim için hazırlıklara başlamıştım, özellikle fotoğrafçılık için gerekli ne varsa yanıma almak istiyordum. Aynanın servise geldiği haberi gelince bu yolculuk için çok heyecanlanmaya başladım, resmen yeni aynanın şerefine Artvin gezisi yapacaktım. Sevincimden aynanın takılacağı gün servise tatlılardan Sütlü Nuriye götürdüm, çok kıymetli olur böylesi. Tatlının kapağını açtığımızda ilk ben tadına baktım, kalite kontrol manasında tabii ki sadece. Teşekkürlerimi buradan iletmeden edemeyeceğim, ilk olarak Yamaha’ya çok teşekkür ederim, motorumun ihtiyaçları konusunda bana hep destek verdikleri için, bizzat sayın İlker İyecik‘e çok teşekkür ederim.Topcase’in anahtarını da motorun anahtarı ile tek anahtar olarak ayarlamamız çok büyük rahatlık oldu.
Tuna Motor Servisi’nde her zaman güler yüz buluyorum, çok sağ olun var olun. Genel Müdür Ömer Bey’in ilgi ve alakasına da ayrıca teşekkür ederim. Aynanın takıldığı günün ertesi sabahı saat 06:00’da yola çıkmayı planladım ve vakitlice uyumak istedim, ancak heyecan beni neredeyse hiç uyutmadı. Saat 02:30’da gece uyandım, yola çıkabilecek kadar zindeydim. Ancak abartmak da istemedim ve planladığım gibi sabah saat 06:00’da marşa bastım, deli yüreğim ve ben yola çıktık. Sanki bu ilk uzun gezimizmiş gibi hissettim. Güzergah Tosya bölgesi üzerinden Karadeniz. Yol, sürüş ve molalarda içilen o keyifli çaylar bir bir çoğaldıkça mutluluğum arttı. Sanki ayrılmaz bir ikili gibi yollardaydım, yol ve ben. Deli yüreğim ve ben. Muhteşem bir ikili olduk ve yollar yetmez oldu, o sürüşümde kendimi buldum ve adeta yenilendim. Sanki bir ömür boyu bu geziyi beklemiş gibiydim ve çok mutluydum. Uzun geziler en büyük yaşam kaynağım ve asfaltın üzerinden motorla akıp gittim. Günler boyu sürekli yolculuk yapmak, şehirler, köyler ve farklı bölgeleri görmek inanılmaz güzel.
Sabah Bolu’da güzel bir çorba ile midem şenlendi. Bu erken saatlerinde Ağustos ayı olduğu halde Bolu bölgesi hala çok soğuktu ve yazlık mont yetmedi, yola devam etmeden önce üzerime bir şeyler giydim. Hava ısınmaya başlayınca sadece yazlık mont ile devam ettim. 300 km sürüşten sonra iyice enerjim ve neşem yerine geldi, daha da açıldım ve uzun bir sürüşe hazırdım, gezi yeni başlamıştı sanki. Yol aldıkça heyecanım çoğaldı. İlk gün gidebildiğim kadar gitmek istedim ki Artvin bölgesini gezmek için zamanım kalsın. İlk konaklama hedefim aslında Samsun’du, kız arkadaşımda kalıp ertesi sabah yoluma devam ederim diye düşündüm. Gülten’in bundan haberi yoktu, yine söylemedim, çünkü durumum müsait ise yola da devam edebilirdim, onu boşuna heveslendirmek istemedim.
Yolculuk genel anlamda rahat geçiyordu, hava sıcaktı ama rahatsız edici değildi. Ancak ara sıra yol inşaatı yüzünden yol daralması vardı, ne yazık ki bunu önceden bildiren levhalar çok eksikti. İki şeritlik yol birden tek şeride düşmekteydi ve ben bir keresinde sol şeritten ilerlemeye devam ederken birden benim şeritten karşımda arabaların geldiğini görünce şaşırdım kaldım. Aslında çift şeritlik yoldu ve yolun teke düşeceği bildiren uyarı levhası yoktu. Çok şükür sorun olmadı ve durum kontrol altındaydı, hemen sağ şeride geçtim. Tehlikeli bir şey yaşanmadı, fakat bu karışıklığa hiç gerek yoktu. Dikkatsizlik veya aşırı hız kaza yaptırır. Az ilerleyince “4,5 km sonra bölünmüş yol başlıyor” levhasını gördüm. Bu da 4,5 km sonra bu tek gidiş geliş yolun tekrar çift şerit olacağı anlamına geliyor.
Bu levhanın yerine keşke yol daralması olacak diye önceden bir bildiri yazılsaydı çok daha faydalı olacaktır. Çay ve yemek molalarıyla akıp giden manzaralar içinden geçtikten sonra toplamda 740 km yoldan sonra Samsun’a varış saatim 16:30 civarındaydı ve hala inanılmaz enerjim vardı. Rahatlıkla devam edebileceğimi hissettim ve durmadan devam ettim. Samsun’a gelip Gülten’e uğramadan geçmek içime dert oldu. Sahil şeridine Ordu istikametine geçince manzaralar iyice güzelleşti. Gün batımı yaklaşıyordu ve gökyüzünde renkli görüntüler oluşmaya başladı, manzaraları seyrederken hızım iyice düşmüştü. Hatta güneş arkamda battığı için yeni takılan sol aynamdan güneşi izledim sürekli. Kıyıdan yüksekte salaş bir dinlenme tesisinde durdum. Ağaçların altında oturma yerleri ve muhteşem bir koy manzarası vardı, hareketli dalgalar kayalara vuruyordu. Cemile adında bir kız vardı o mola yerinde, eşarplı sevimli, güler yüzlü bir kız. Koşa koşa yanıma geldi ve motoru çok sevdiğini söyledi, kullanmaya çok hevesi olduğunu ancak bisikleti bile süremediğinden bahsetti. Böyle bir kızcağız ile kucaklaşmak ve onunla zaman geçirmek güzeldi, onun için ben hayallerinden çıkmış gelmiş biriydim. Ona zaman ayırmak ve arkadaş olmak hayalinden ona bir parça hediye etmişim gibi hissettim.
Heyecanı gözlerine yansımıştı. Böyle duygular benim için önemli, heyecanı görmek ve motorculuğu onun en yakınına getirmiş olmak beni mutlu etti. Ayrılırken sıkı sıkı sarıldık. Bu virajlı yollarda çok kaza oluyormuş diye çok dikkatli olmamı tembih ettiler, kazalar karşıdan gelen aracın özellikle virajda kendi şeridinden taşıp karşı tarafın şeridinden gittiğinden oluyormuş. Bu uyarıyı Artvin için de çok duydum ve gerçekten de öyle. Artvin de önümde iki araba virajda az daha bu şekilde çarpışıyordu ve iyi ki mesafeli ve temkinli gidiyordum. Mesafemi iyi tuttuğum için o iki arabayı yokuş aşağı ve keskin U-şeklindeki virajda sorunsuz geçtim. Yolculuğumun bu ilk günümün akşam saatlerinde sahil yolu ve Perşembe gibi güzel yerlerden geçtikten sonra Ordu’ya vardım. Yol boyu özellikle yeni sol aynama denk gelen arkamda batan güneşi izledim, İstanbul’a göre çok farklı bir gökyüzü ve renk dağılımı vardı. Yeni aynanın şerefine ona bakarak günbatımı izlemek nasip oldu. Ne yazık ki o aynanın çok yakında başına yine bir iş geleceğinden haberim yoktu.
Ordu’ya varınca oradaki trafik beni çok şaşırttı. Aşırı kalabalık olduğu halde İstanbul’dan alışık olduğum stres ve agresiflik yoktu. Hatta her korna sesine istisnasız her araç yol verdi. Duran araçlar bile manevra yapıp yol verdi. Kendimi cennette sandım. Ordu’ya gelmişken aslında Sayın Osman Gürsoy’a uğramayı çok isterdim, onun inanılmaz gezileri hakkında onunla konuşmak hatta o eski bant kayıtlarını dinlemek isterdim, ne yazık ki zaman darlığı nedeniyle yolculuğa devam ettim. Çünkü her an İstanbul’a dönme durumu yüzünden yeteri kadar vakit yanımda getiremedim. Gezimin ilk gününde Giresun’a kadar gittim. Varışımda tam 980 km yol yapmış oldum, 1.000 km diyebiliriz. Çok tatlı ve hoş bir yorgunluk vardı ve hevesim yüzümden hala da yol yapabilecek kadar enerji hissediyordum. Sahil şeridinde manzara izlemek için oyalanmasaydım daha çabuk gelirdim, manzara beni hep yavaşlatır. Hala Samsun’daki kız arkadaşımı teğet geçip uğramadığım için dertliydim ve bunu öğrenirse kesin kafamı kopartırdı. Çok vahim bir durumdaydım.
Başıma geleceklerini şimdiden bildiğim için gönlünü almak için onu sonra arayıp dönüşte uğrayacağımı söyleyecektim. Sanki düşüncelerimi hissetmiş gibi ertesi sabah ben daha Giresun’dayken arayınca şok oldum. Öylesine aradım dedi, ben ise kem küm oldum tabii ki ve cebimin şarjı az diye kısa konuştuk. Üzülecek diye söyleyemedim, iyi mi? Hemen geri aradım, bu sefer o şaşırdı niye yine arıyorum diye ve bölmeden dinledi. Samsun’a gelip ama durmadan geçtiğimi itiraf ettim ve onun yüz ifadesi gözümün önüne geldi, hatta sözümün bitmesini zar zor beklediğini de fark ettim. Ancak dönüşte uğrayacağımı söyleyince kıl payı faciadan kurtulmuştum. Gülten’ciğim kıyamaz bana zaten de onun gönlünü ben de kıramam.
Kaç yıl önce üniversiteye başladığımız ilk gün ben kenarda sessiz sedasız dersi beklerken o yanıma gelmişti, tanıştık ve o gündür bugündür kardeşliğimiz devam eder. Dost sahibi olmak büyük bir hazinedir. Giresun’da ertesi sabah hava erkenden bile çok sıcaktı ve deniz keyfi yapıp öğleden sonra yolculuğuma sahil yolundan devam ettim. En çok beni şaşırtan durum, yolların çok düzgün, hatta hiç alışık olmadığım kadar fazlasıyla düzgün, deliksiz yamasız çukursuz olmasıydı. Resmen bozuk herhangi bir alan bulmak için çaba sarf etmeye başlamıştım. Tümsek dahi olmaz mı? Alışkanlıklarımın dışına çıkmak dengemi bozmaz inşallah diye düşünmeden edemedim. Sürüşü rahatsız edecek en ufacık bir şey yoktu. Güzelim İstanbul’umuzda düzgün bir yol bulamaz iken buralardaki hatasız yol beni şaşırttı. Delik deşik, tümsek ve çukurlar üzerinde sürüş yapmaya alıştığımızdan Türkiye’de her yer böyle sanırız. Bitkilerin ve otların güzel kokuları burnuma geliyordu artık ve dengemin yakında bozulacağını hissetmeye başladım.
Kendimi çok bakımsız bir ülkeden varlıklı bir memlekete gelmiş gibi gördüm. Trafik levhalar da değişmeye başladı. Böyle bir trafik levhası var mı :” Lütfen yavaşlayınız”. “Lütfen” demişler, sihirli bir kelime gibi etki yaptı bende. “Yavaşlarım tabii ki, ne demek, sizi mi kıracağım.” dedim kendi kendime. Yollar güzel de doğamızın bazı yerlerin bozulduğunu bilmek çok üzücü. Trabzon’a vardığımda eskiden hep Uzungöl’e gitme hayallerim olurdu, ancak gelişmelerden takip ettiğim kadarıyla betonlaşma nedeniyle gölün çevresi çok bozuldu ve bu görüntü yüreğimi acıtır diye gidip görmek istemedim. Yemyeşil o kıymetli tabiatlar nasıl da tek tek azalıyor. Doğayı korumak için savaş verenler genelde ne yazık ki önemsenmiyor. Betonlaşmayla yeşilliği yok etmek bir katliamdır ve doğamıza sahip çıkamamak acı veriyor insana. Trabzon’u geçince daha da çok mis gibi bir koku hissetmeye başladım, Rize’ye gelmiştim. Bu kokunun ne olduğunu hemen çözemedim, ara ara burnuma geldi ve içime çekip etrafı incelemeye başladım.
Bu mis koku çay fabrikalarından işlem gören çayın kokusuymuş. Her yerde bol bol çay içtim. Rize bölgesine gelince aslında burada gezilecek çok fazla yer olduğundan ve bolca vakit ile başka bir gezide, Rize gezisi olarak tekrar gelmek istediğimden şimdilik tadımlık kısaca turlayıp devam etmek istediysem de Ayder yollarına girince epey vakit geçirdim ve zaman ilerledikçe çabucak akşamın karanlığı da başlamıştı. Ayder yolunda ilerlerken dinlenme tesisleri ve rafting yerleri dikkatimi çekti, her yer çok yeşil ve çok güzeldi. Yol gürül gürül akan Fırtına Deresi’nin yanından ve yeşilliğin tam içinden geçiyor. Bir yerde mola verip yemek yedim, artık iyice karanlık çökmüştü. Geç olduğundan Artvin’e ertesi gün devam etmeye karar verdim. Ayder yolunda hiç ışıklandırma yoktu, tek tük araba geçiyordu ve zifiri karanlık çökmüştü.
Tüm etrafım orman ile çevrili olduğunu tahmin ettim, karanlıktan ormanı bile tam olarak göremiyordum, sadece yol kenarında yanından geçerken farımla hafif aydınlanan ağaçlardan ormanı tahmin ettim, her yer simsiyahtı. Şehirdeki gecelerden çok daha yoğun bir karanlık olur doğanın içinde, tam anlamıyla kapkara. Arada bir dinlenme ve konaklama tesisleri vardı. Konaklayacak yer için bakınıyordum. Tek gidiş geliş kıvrımlı yolda ilerlerken heyecanlıydım, çünkü çok sessiz ve çok karanlıktı. Ürperti hissettimse de aynı anda çok da keyif aldım. Hayal kuruyordum, burnuma gelen tertemiz orman kokusuyla ertesi gün aydınlıkta göreceğim manzaraları hayal ederek sürüş yaptım. Dağlık mı, sonsuz ormanlık mı yoksa sadece bir düzlük mü, hiç fikrim yoktu.
Güzel bir tesisi geçtim ve onu görmek için geri dönmek istedim, U-dönüşü için yol kenarında durdum. Az sonra olanlar gezime korkulu anlar ekledi. Acele ile dar bir dönüş yapmak istedim, başımı yana çevirdiğimde yol karanlığın içinde kaldı, tek farım doğal olarak sadece ileriyi aydınlatıyordu, yanlara karanlığı aydınlatacak kadar ışık gelmedi, hatta yanıma bakarken gözüm direkt ışığa bakar gibi kamaştı karanlıktan. Dönüş için geriye baktığımda yola odaklanmak için bakışım simsiyah gecenin içinde kayboldu. Hiç beklemediğim bir pozisyonda buldum kendimi. Tecrübelerimle dönüşü karanlığın içinde de yapabilmem gerekirdi aslında, fakat tedirginliğim beni fazlasıyla heyecanlandırdı ve yola odaklanamadım, sadece karanlığı gördüm ve onu düşündüm ki bu bir hataydı. Daha önce karanlık yollardan geçmedim mi? Fakat bu sefer heyecan yapınca hataya zemin hazırlamış oldum. Burada kör kör dönmemem lazım diye içimden geçirirken olan olmuştu bile. Dengeyi kaybettim ve motoru sol tarafa yatırdım.
Yatırmak sorun değil de her yer simsiyah olduğu için yerde yatan bir motoru bir araba sürücüsü fark edebilir mi sorusu beni korkuttu. Fark edilmek için ışığımın kapanmaması için anahtarı çıkarıp kontağı tam kapatmadım. Karşıdan gelen ilk aracı durdurdum ki onun ışıklarıyla görünürlüğüm artsın istedim. Gündüz olsaydı farklı olurdu, orası kesin. Fakat suçu karanlığa atmak ya da yeteri kadar aydınlatmalarım yoktu demek de doğru değil. Bir hata yaptım ve hatayı bilmek benim için öğrenmek anlamındadır, tecrübe edinmektir. Yine Einstein’dan bir söz aklıma geldi “Hata yap” dermiş. ”Hiç hata yapmamış bir kişi, yeni bir şey denememiş demektir. Hata yapmaktan korkmayın. Hatalarınızın sayısını ne kadar arttırırsanız, o kadar başarılı olursunuz”. Her şey bir bütündür, daima bir yerlerde orada burada yine hatalarımız olacaktır.
Tabii ki edindiğimiz tecrübelerle kendimizi geliştirmek ve aynı olayları tekrar tekrar yaşamamak gerek. Tedirginliğim ve odaklanma eksikliğimin neticesinde 2 gün önce yeni takılan sol aynam yine kırıldığı için kendime ilk anlarda kızdım. Hepimize faydalı olur ümidiyle başıma ne geliyorsa anlatmak, iyisi ile kötüsü ile tecrübelerimi paylaşmak için üzücü anılarımı da yazıyorum. Yıllarca her şartta motor sürmüş de olsam, bu tamamen hatasız bir sürücü olduğuma dair bir güvence değildir. Her zaman hatalar olabilir, ne zaman artık çok iyi öğrendim ve kendimize aşırı güven duymaya başlarsak maalesef o zaman çok ciddi kazalar meydana gelmektedir, çünkü kontrol mekanizmamız ve dikkatimiz azalır. Aynayı bagajımdaki fileye kaldırdım.
Ayder Yaylası’na çıktığımda kalabalık turistik bir bölgede buldum kendimi. Onlarca hediyelik eşya satan dükkanlar ve sayısız konaklama yerleri vardı. Ertesi gün tek aynayla yoluma devam ettim ve gündüz gözüyle gördüğüm Alpleri andıran manzaraları görünce şok oldum, tam anlamıyla harikaydı. Artvin yoluna devam ettim, Hopa’yı geçtikten sonra sahil şeridinden ayrıldım ve Borçka istikametine ilerledim. 690 rakım olan Cankurtaran Geçidi’ne çıktıkça hava soğudu ve tepede gördüğüm sis yaklaşıyordu ve nem artmaya başladı. Nefes almak zorlaştı, hiçbir esinti yoktu ve yaklaşan sis havayı boğmuştu. Seyir yeri gibi bir park yeri gördüğümde durdum, birkaç tane araba daha vardı. Bütün manzara ayaklarımın altındaydı, geldiğim o kıvrımlı yolları yukardan görmek çok hoşuma gitti. Tam bir fotoğraf çekme festivali vardı orada. Bir kadına benim de fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Cankurtaran geçidini tırmanmaya devam ettikçe sis yüzünden görüş 3-4 metreye kadar düştü sanki. Görüş mesafesi sıfıra yakın olduğu yerde Cankurtaran Bölge Trafik Denetleme İstasyon Amirliği vardı, biraz orada durdum ve etrafta bir şeyler görmeye çalıştım. Dururken bir şeyleri görebildim fakat sürüş esnasında yer, yol, araba hiç görünmüyordu. Dörtlülerimi yakıp yoluma yavaş yavaş devam ettim. Kış aylarında kötü hava şartlarından dolayı Cankurtaran Geçidi araçlara geçit vermediğinden 2011 yılında tünel çalışmalarına başlanmış. 2015 yılın sonunda tamamlandığında 12 km uzunluğu ile Artvin’i Hopa’a bağlayan bu tünel Türkiye’nin en uzun tünellerinden biri olacak. Umarım kış aylarında oralardan geçen tüm sürücülere çözüm olur ve yollarda mahsur kalmayı engeller.
Ağustos ayında bile sis ulaşımı çok zorlaştırdı. Geçidi inmeye başlayınca sis anında dağılıverdi. Yolun devamı Cuhala Çay’ın yanında seyretti, fakat buralar Rize’nin yeşilliğini ve Fırtına Deresi’ni özlettirdi. Çay’da akan su çok cılızdı ve her yerde çöp birikmişti. Yol süresince ufak köy evleri, yol kenarında kesilmiş ve istiflenmiş ağaçlar ve birçok kereste fabrikaları gördüm. Motoru sürerken en ufak bir yorgunluk ve sıkıntı olmadı, macera ruhu yorgunluğa yer bırakmıyordu. Yol kenarında çayın üzerinden geçen taştan yapılmış eski ve tarihi bir kemer köprü görünce durdum, üzerine çıkmadan olmazdı tabii ki. Birden zaman tüneline girmiş gibi yıllar öncesine gittim hayallerimde. Tam yolun karşısında bir fabrika var ve güvenlik kulübesindeki bekçi çıkıp çalışanlarla beraber sıra halinde dizilip beni seyretti. Merak ve öğrenme duygusu vardı havada, elimle uzaktan selam verince sevindiler ve onlar da el salladı. Borçka’ya varınca merkeze 27 km mesafede olan Karagöl’e gitmek isterdim fakat kısıtlı zamanım nedeniyle Artvin’e ulaşmadan hiçbir yerde oyalanmak istemedim. Borçka’daki meşhur Karagöl bir heyelan gölüymüş ve yemyeşil doğasıyla görülmeye değer bir doğa güzelliğine sahip. Oraya gitmek için Arnavut kaldırım taşlı bir yoldan gidiliyormuş.
Sonrasında yol biraz bozuluyormuş ve taşlı bir yola dönüşüyormuş. Zirveye tırmanınca Karagöl’e varmış oluyormuşsunuz. Borçka’yı geçtikten sonra Çoruh Nehri görünmeye ve coğrafya bambaşka bir görünüm almaya başladı. Nehrin rengi beni fena büyüledi fakat kurak ve taşlaşmış çevresi üzüntü hissetmeme neden oldu. Daha önce görmediğim için mukayese yapamadım ama yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu ortadaydı. Her yer şantiye gibi, her yer kazınmış ve taş halindeydi, yeşillendirme yoktu, nehir küsmüş ve o muhteşem rengiyle hareketsiz adeta ölü gibi yatağında yatıyordu. Ülkemizin sınırları içinde Çoruh Nehri 410 km’dir, rengi yüzünden hem hayran kaldım, hem çevresinin durumu yüzünden üzüntü hissettim. O nasıl bir turkuaz renktir öyle, nehre öylece bakakaldım. Mutlaka görülmesi gereken bir bölge diyorum, başka bir şey demiyorum. Burada motor sürmek, sürmüş olmak bir ayrıcalıktır. Hayalimde ki gibi hiç değildi, böyle etkileyici ve aynı anda ürkütücü bir görüntüyü tahmin bile etmedim, edemezdim. Fotoğraflar yetersiz, yaşamak gerek. Kurak ve dik kayalıklardan, dağlardan oluşan bu bölge ve yamaçlara inşa edilen kıvrımlı yollarda sürüş yapmak hele tek başıma hem korku hissettirdi hem de asla unutmayacağım kadar çok etkiledi. Yol dev barajın önünden de geçiyor, onu da gördüm, hatta durup uzun uzun baktım ve fotoğraflar çektim. İçimde hep bir hüzün oldu, “Yazıktır, bu doğaya ne olmuş böyle?” sorusu içimi kemirdi.
Deriner Barajı, Artvin’de, Çoruh Nehri üzerinde, enerji üretmek amacıyla 1998 yılında inşasına başlanmış bir barajdır. Sahip olduğu 249 metre gövde yüksekliği ile Türkiye’nin en yüksek, dünyanın 6. yüksek barajıdır. Görüntü tamamen talan edilmiş ve hunharca yok edilmiş bir doğadan arta hiçbir şeyin kalmamış olması ve bomboş kurak alan olarak karşımda durması derin bir hüzün yarattı. Sürüş esnasında daha da efkarlandım ve canım çay çekti, o tadı özledim hele bu farklı ortamın içindeyken “Ah, bir çay olsa da içsem” dedim, fakat bu tenha yolda nerede bulacağım ki o çayı? Tam o sırada virajdan çıktığımda 3-4 masası olan derme çatma bir büfe gördüm. Durdum ve “Çayınız var mı?” diye sordum. Bir ses “Var” dedi. Mutluluk budur işte. Birisi hatta büyük bir balık yakalamıştı nehirden ve oraya asmıştı. Amcalar beni yabancı sandı, bunu her yerde yaşarım ve normal karşılıyorum. Üstelik alman aksanım da var, görüntüm de yabancı gibi ve sürekli tek başına bir kadın motorcu da geçmemiştir oralardan.
Kimse konuşmadı, kendi aralarındaki konuşma da kesildi. Fakat çayım gelince bir şekilde sohbet başladı. Susan o amcaların hepsi bülbül gibi konuşmaya bana buranın hikayelerini ve doğanın eskiden nasıl olduğunu anlatmaya başladılar. Yollarda özellikle hep virajlarda araçlar karşı şeritten gittiği için çok fazla kazaların olduğunu anlattılar ve dikkatli olmamı istediler. Hepsi dertleriyle öyle dolmuştu ki, konuşmak ve bana sıkıntılarını dile getirmek istediler. Eskiden bu nehir çok coşkuluymuş ve çok hızlı akarmış, nem hiç olmazmış ve bu kadar sıcak da olmazmış. İklimin aşırı derecede bozulduğunu ve daha da kötüye gittiğinden bahsettiler. Türkiye’de en fazla erozyona maruz kalan havzalardan biridir burası. Yol hep nehrin kenarından devam etti, bazen yüksekten, bazen yanından ve yol kenarında hep duvar var. Asfalt kaymak gibiydi, tek bir bozuk nokta dahi görmedim. Orayı bizzat kendiniz gidip yaşamalısınız. Artvin şehri zaten daha da şaşırttı beni. Yolların sürekli U harfinde olması kafamı karıştırdı ilk başta ve merak yüzünden kocaman bir soru işareti yaşadım, vardığımı ne anneme kimseye haber bile veremedim. U şeklindeki yolun nereye kadar böyle gittiğini görmek istercesine tırmanmaya devam ettim.
En tepeye kadar çıkmalıydım, görmeliydim nereye geldiğimi, hiç böyle bir yer beklemiyordum. Tepeye çıkmadan önce bir benzin istasyonunda durdum ve yüksekten geldiğim yollara baktım. Her yer kazınmış gibi kel bir coğrafyaydı. Artvin Kalesi tam karşında olduğu halde kaleyi zor gördüm, çünkü kalenin rengi bulunduğu çevrenin rengi ile aynıydı. Her yer kum renginde. Gece Artvin Kalesinde gece ışıklandırıldığı için gece çok daha iyi görünmekte. Şehri sürekli rampa çıkar gibi gezmeye devam ettikçe merakım çoğaldı. Gece konaklayacağım öğretmen evin önünden geçtim ve yola devam ettim. Bütün şehir bir yamaç üzerinde ve bu yol, bu virajlı rampanın etrafına kurulmuş. Şaşkınlığımı dolu dolu yaşadım ve sürekli kendime iyi ki geldim deyip durdum.
Böyle bir şehir henüz hiç görmedim ve hakkındaki yorumları okuduğumda hiç böyle bahsetmemişlerdi. Bir yamaca kurulmuş ve tüm yollar U harfi şeklinde sürekli virajlarla devam ediyor. En tepede Kafkaspark diye bir yer var, yol ikiye ayrılınca bir kıza sordum, hangisi oraya gider diye. “Dümdüz git” dedi kız. Dümdüz mü? Burada tek bir düz yol yok ki dedim, kız güldü. “ Evet, haklısınız” dedi. Belki 50 tane viraj daha gittim, hepsi de U harfi şeklinde. Arada minik yan sokaklara ayrılan sapaklar var ama tek ana hat “dümdüz” yukarı, evet “dümdüz” gittim. Bir de bunun inişi var diye düşünmeye de başladım. Uzaktan dünyanın en büyük Atatürk heykelini gördüm, çok etkileyici. Yukarıya tırmandıkça hava iyice kapandı ve karardı, tepede yine sis vardı. Yeşillik ve bolca ağaçlık başlamıştı, çok sevindim ama biraz korkmaya da başlamadım değil.
Sis, kapalı hava, nem, ıslaklık ve yalnızlık burada biraz zorladı beni. Aşağıya geri mi dönsem yoksa devam mi etsem, ne kadar daha gideceğimi de bilmiyordum, akşam da olmaya başlıyordu artık. Vazgeçmeyi düşünsem bile devam ettim. Tepeye kadar çıktım, iyi ki gitmişim, bir sürü piknik alanları vardı, insanlar gelmiş ailecek zaman geçiriyordu ve bir restoran bile vardı. Burada hava epey sertti ve tam da Artvin Motosiklet Festivalleri’nin, şenliklerin ve bir sürü etkinliğin düzenlendiği yere gelmişim. Konaklayacağım öğretmen evine yerleşmek için geri dönmeye başladım ve iniş yolumda harika bir gökkuşağı gördüm ve acele ile fotoğraf çektim, çünkü aşağıda tanıdıklar beni bekliyordu. Bir sorunum olursa yardımcı oluruz teklifleriyle destek verdiler. Aynamın kırıldığını ve tamir imkanı bulabilir miyim diye sordum.
Hemen o ona o da ona söylemiş ve ben odama yerleştikten sonra Artvin Motosiklet Başkanı Uluer Çelik, yanında festival için gelen Bulgaristan Cross Şampiyonu Şefki Şefkiev ve arkadaşım Umut ile beraber aynı akşam ayna sorunumu hal etmek için motorumun yanına gelmişlerdi. Acil müdahale için kolları sıvadıklarını görmek hem sevindirdi hem de mahcup etti. Çünkü festival hazırlıklarında oldukları için hiç vakitleri yoktu aslında. Gösterdiğiniz özverili destek ve arkadaşça yardımlaşma için herkese tek tek çok teşekkür ediyorum. Aynayı tamir etmiş olmak ikinci planda kalmıştı. Beklemediğim titizlikle yapılan yardımın bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır dedikleri gibi güzel bir anı olarak hafızama yerleşti. Sağ olun var olun. Sizleri tanımak ve özverinizi yaşamak dostluk hissettirdi bana.
Bulgaristan Şampiyonu kırılan aynanın bir parçasını sökmeyle uğraştı, başkan da kırılan parçayı kaynak yapıp ertesi gün titizlikle takmaya geldi. Özellikle göze temiz görünsün diye çok emek verdi. Artık yeter uğraşmayın daha fazla dediysem de içi rahat etmeden montaj işini bitirmedi. Kaç bin km şu an uzakta da olsam, ne kadar zaman da geçse, Artvin’de yaşadığım bu sevinçler unutulmaz. Ayna kırmak iyi bir şeymiş galiba. Birincisinde annemin evin yokuşunda yıllardan sonra nihayet asfaltın yapılmasına ve Artvin gezime sebep oldu, ikinci kez kırıldığında da güzel insanlarla tanışmama vesile oldu. Heyecanla gezimin devamını yazmaktayım şu an, adeta yeniden o yollardan geçiyormuşum gibi hissediyorum, ilginç olayların detayına kadar yazmak ve tekrar Artvin ve çevresini yaşamak için her şeyi kaleme almak yolculuğumdan kalan en güzel anı. Artvin gezimin devamı için tekrar burada bir kahve eşliğinde buluşmak ümidiyle hoşça kalın.